Ereğli – Çanakkale Bisiklet Turu

Dr.Bülent Savran

25 temmuz pazar:

Gece Efe Tur otobüsüyle Adapazarı’na hareket ettim ve pazar sabahı ancak 08.30 sıraları Adapazarı otogarına vardım. Gece otobüste pek de uyuyamamıştım ama yine de yeni bir bisiklet turuna başlamanın verdiği heyecanla otobüsten bisikleti ve çantaları indirip, tekrar bisiklete yükledim ve biraz ilerdeki Shell petrol istasyonunda tuvalet ve giyim molası verdim. Molaya çayda eklenence daha keyifli olarak saat 09.00 sıraları yola koyuldum. Adapazarı’nı ilk kez görüyordum, yol boyu bakımlı tarım alanları dikkati çekiyordu. Mısır, buğday tarlaları ve meyve bahçeleri boyunca yol oldukça düzgündü. Kandıra’ya kadar olan 40 km. mesafeyi hızlı bir şekilde katettim.

 

Kandıra’yı bugüne kadar hep duymuş ve hiç görmemiştim. Türkiye’nin önemli tarımsal üretim alanlarından biriydi. Açlık kendini hissettirmeye başlamıştı.. Önünden geçtiğim fırından aldığım 2 simit ve bir bakkaldan 0.5 lt süt ile iyi bir yemek yedim. Kandıra’dan sonra Ağva (Yeşilçay) yolu dik yokuşları ve saat öğle saati olmasına rağmen, yolda mola vermek istememem nedeniyle oldukça yorucu bir yol oldu. Öğlen gibi Ağva’ya vardığımda, bir tatil beldesiyle karşılaştım. Doğal dokusu bozulmamış, yeşillikler içinde küçük ve güzel bir belde. Camide beni bekleyen Alp ve Gökhan’la avluda buluştuk. Doğrusu bekleyecek yeri de iyi seçmişler, tuvalet ve duş alacak yeri bile vardı. Matları yere yayıp biraz dinlendim.  Yanlarında getirdikleri şeftalileri yedik ve 16.00 da hareket ettik. 19 km.lik dik yokuştan sonra kan şekeri düştüğünden Kabakoz köyünde tekrar yanımızda getirdiğimiz kahvaltılıkları yedik, caminin buz gibi soğuk suyunun altına kafaları sokarak serinledik. Kan şekeri biraz yükseldikten sonra Şile’de konaklamak üzere pedallara asıldık. Yol inanılmaz ölçüde dik yokuşlu, tabii ki aynı şekilde inişliydi ve çok yoğun bir trafik kalabalığı ile karşılaştık. Hafta sonu tatilcilerinin tam da İstanbul dönüşüne rastlamıştık.

Şile bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Ortalık inanılmaz ölçüde kalabalık ve bir o kadar da çöp doluydu. İstanbul’dan gelen hafta sonu tatilcilerinin tüm çöplerini etrafa gelişigüzel yayarak gittiklerini görmek doğrusu bizi biraz üzdü. Akşam karanlık basmak üzereyken, çadır kuracak yer bulamasak da, bir pansiyonla anlaşarak burada kalmaya karar verdik.

Günlük mesafe: 138 km

Max hız: 59 km

Süre: 8 saat 11  dk.

Ortalama hız: 59 km/saat

Max kalp hızı 164/dk

26 temmuz pazartesi

Otobüste geçen uykusuz geceye bir uykusuz gece daha eklendi. Oysaki akşam yemekten sonra sadece bir çay içmiştim. Galiba yorgunluktan tam uykuya dalamadım, uyudum, uyandım, sonra tekrar uyudum ve uyandım derken sabah oldu. Saat 06.15 de tekerlek döndü. Şile’ye şöyle bir baktım, sokakta kimsecikler yoktu, daha doğrusu biz ve köpeklerden başka. Meşe, gürgen, ıhlamur ve kestane ağaçlarından oluşan ormanların yanından, ağaç kokularını içimize çekerek Alp’in rüzgar boşluğunda 20-25 ortalama hızla çoğu yokuş 31 km. yi katettik. Kan şekeri yine düştüğünden, çorbacı aramaya başladık. Yol hep gözlemecilerle dolu olmasına rağmen, çorba içmekte kararlıydık. Sonunda Ömerli sapağında bir lokantada çorba bulunca mola verdik. Herkese birer işkembe siparişi verip, hemen bir gün öncenin çamaşırlarını tuvalette yıkayıverdim. Masaya oturduğumda, beklerken hipogliseminin etkisiyle, sarımsaklı sirkeye ilk ekmek şamandırasını koydum. Derken Alp ve Gökhan’da birer ikişer şamandıra atınca önümüzdeki sirke kasesi kısa zamanda bitti. Çorbalar geldiğinde lokantacıya sirke koymayı unuttuğunu söyleyip, kaseyi uzattık. Gelen sarımsaklı sirkenin yarısını, Alp’e “elini korkak alıştırma” diyerek  kendi tabağıma boca ettim. Çorbalar bittiğinde sirke de bitmişti, ikinci parti çorbaların siparişini verirken sirke kasesini tekrar uzattık garsona. Boş sirke kasesini görünce içerideki lokantacıya yüksek sesle “sarımsak soy” anonsuyla hepimiz güldük. İkişer çorba ve üzerine de birer çay içince kan şekeri tekrar normale dönmeye başladı. Bu arada lokantacıyla, lokantanın önündeki Karadeniz’e özgü karayemiş ağacıyla ilgili muhabbete daldık.  Yol konusundaki son uyarılarımızı da aldıktan sonra Beykoz yönüne döndük ve nihayet trafikten uzak, her iki yanı tamamen meşe ve kestane ormanları ile kaplı bir yolda ilerlemeye başladık. Polonezköy-Adapazarı sapağından sonra yokuşu çıkarken boş ve aynı zamanda son sürat giden kamyon trafiği bizi biraz endişelendirse de Polonezköy (Adampol) Kahvesinde çay iyi geldi. Bu arada yokuştan inen şişman insanların çokluğu dikkatimizi çekince, bu kadar şişman insan nasıl burada toplandı diye kahveciye sorduk. Dr.Muzaffer Kuşhan’ın zayıflama kliniğinin “hastaları” olduğunu öğrendik. Aşağı inen hastaların arabayla takip edildiklerini, ihtiyaç durumunda arabaya alındıklarını, 1. hafta için 700, 2. hafta için 600, 3. hafta için 500 dolar ücret ödediklerini öğrendik.

Beykoz yönüne doğur yola devam edip, kendimizi İstanbul’da bulduk. Bu güne kadar İstanbul’u hiç bisikletle gezeceğim aklıma gelmemişti. Yavaş yavaş kan şekerindeki düşüş kendini gösterdi, amaç deniz kenarındaki balıkçı  kayıklardan balık yemek olduğundan Alp’ten aldığım birkaç bisküvi ile yola devam ettim. Sıkı bir inişle Beykoz’dan kıyı şeridine indik ve kışı şeridini takip ederek Kandilli- Aşiyan- Üsküdar- Kadıköy’e kadar pedal çevirdik. Kadıköy’de balığımızı yedik, gerçi Eminönü’ndeki lezzeti bulamadık ama, artık seçeneğimiz de yoktu. Buradan Fenerbahçe’ye gidip Yeşil Bisiklet’i ziyaret etmeye ve sonra Sirkeci’deki bisikletçilere gitmeye karar verdik. Yeşil’den bir tişört aldıktan sonra vapurla Sirkeci’ye geçtik. Buradan da bir tane tişört, bir vites kolu takımı ve yedek fren pabuçları alıp Alp’in isteği üzerine Sultanahmet ve Beyazıt’a gidip Alp’in resim çekmesini bekledik. Banliyö treni ile son durak olan Halkalı tren istasyonunda inip, benim ev işleri için arkadaşlarımı birkaç saat beklettikten ve gece karanlığına kaldıktan sonra bütün yorgunluğumuz ve yükümüzle çevredekilerin çıkamazsınız dediği sıkı bir yokuşu tırmanıp Sefaköy’de Gökhan’ın işyerinin bir şubesi olan UM-AT’ta gece konakladık.

Katedilen mesafe: 109 km

Ortalama hız: 15.3 km

Maksimum hız: 64 km/s

Bisiklet üzerinde geçen süre: 7,07 saat

Ortalama kalp hızı 146/dk.

27 temmuz Salı

Gece yine tam olarak uyuyamadım, bugünle uykusuz geçen gün sayısı 4 oldu. Bunda sivrisineklerin de rolü vardı. Ancak yine de sabahları yorgun hissetmediğimi de söylemem gerek. Sabah saat 06.30 da E5’de 19 km.lik inanılmaz bir trafik keşmekeşi içinden son sürat gittikten sonra yol biraz rahatladı ve 24. Km.de Büyükçekmece’de kahvaltı yapmaya karar verdik. Hep çorba içmememiz gerektiği, proteinden zengin beslememiz gerektiği üzerine yaptığım konuşma etkili oldu, bol yumurtalı ve sütün de bulunduğu sıkı bir kahvaltı yapacaktık ama ne çare tüm çorbacılar kapalıydı. Merkez Köfte Salonunda kötü bir işkembe çorbası ve yarım litre süt ile nefis birer simit ile kahvaltı yaptık. Kalvaltıya rağmen yolda Gökhan sürekli canının tatlı istediğini söyledi durdu. Yola devam edip Silivri’ye vardığımızda yol üzerinde BİM’i görünce mola verdik. Galiba artık vücutlar yağ yakmaya başlamış olmalı ki, nefis bir yoğurt ve Gökhan’ın herkese birer adet hesabı ile aldığı 80 g.lık kocaman çikolataları da yedik. E5’de 69. km.den sonra Çerkezköy’e sapınca nihayet trafikten kurtulduk. Günün 75. km.sinde köylülerin tezgah üzerinde domates, salatalık, erik sattığı bir çeşme başında durduk. Suyumuzu içip biraz kendimize gelince Mustafa’dan 2 kg domates alıp, bunları yerken sohbete koyulduk. 15 dönümlük bir tarlası varmış. Tohumun çok pahalı olduğundan, tarlaların gübre nedeniyle yorgun olduğundan, sattığı kavunun her bir tohumunun 150 bin lira olduğundan bahsetti. Günün sıcağı üzerine yorgunluk da eklenince çayıra yattık, ama yine sinekten gözümüzü açamadık. Öğlen sıcağında 2.5 saat kadar  dinlenince yola devam deyip Maxi’de de biraz zaman geçirip Çerkezköy’e vardık. Bugüne kadar Trakya’yı hiç görmediğimden çevreye baktım. İnsanların modern ve canayakınlıkları dışında bir farklılık yoktu. Burada kıraathaneler çayevi olmuş. BİM’den yumurta, peynir, yoğurt alıp bir tanesinde  oturduk. Çayevinin sahibi telenjektazik yüzlü güleryüzlü biriydi. Yumurtalarımızı pişirdi. Biz de sıkı bir yemek yedik. Çevredekilerle konuşurken ısının 40 derece üzeri olduğunu öğrendik. Öğlen sıcağı biraz geçtiğinden ayçiçek, buğday, arpa tarlalarının yanısıra yola devam edip 124. Km.de Kavacık Köyüne saptık. Amaç gezi sırasında köylülerle de zaman geçirmek, onları tanımakdı.  Kahvede köylülerle birlikte oturup birer çay içtik. Köyün sütçülük yaptığından, sütün bu yıl geçen yıldan daha ucuz 400 bin lira olduğundan bahsettiler. Fazlı dayıdan köyde okulun önünde çadır kurmak için izin istedik. Muhtarın olmadığını, kendilerinin bize izin veremeyeceklerini söyleyince, insanımızın kendi insanına nasıl bu kadar güvensiz olabildiğine şaşırdım. Tüm yorgunluğumuzla geri dönüp komşu Edirköy’ün cami şadırvanında yıkanıp buğday tarlalarında demetlerin üzerinde çadır kurduk. Çadırı kuralı 10 dakika olmadı, sivrisinek sesini duyunca Gökhan’a seslendim, ama horultuyla karşılaştım. Neyse Alp’ten bir el lambası alıp sineği öldürdüm. Buğday demetleri üzerinde yatmak gerçekten çok konforluydu ve ilk deliksiz uykumu uyudum.

Katedilen mesafe: 129 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 6.3 saat

Ortalama hız :12.4 km/saat

Maksimum hız: 62 km/s

Ortalama kalp hızı 90/dk

Maksimum kalp hızı 112/dk

28 temmuz Çarşamba

Sabah saat 05.00 da kalkıp 05.30 da yola koyulduk. Havanın ısınması nedeniyle bundan sonra sabahları 05.00 de kalkmaya karar verdik. Bir süre gittikten sonra Çakıllı köyünde 807 yıllık anıt niteliğinde Çınar ağacının fotoğrafını çektik. Yollar yine ayçiçeği, mısır ve buğday tarlaları boyunca uzanıyordu ve parsellerin büyüklüğü  dikkat çekiciydi. Vize’ye vardık. Yine BİM tabelası bizi karşıladı. Hava bugün kapalı, hafif yağmurluydu. Yumurta, peynir, zeytinden oluşan mükemmel bir kahvaltı yaptık. Çaylarımızı içip yola devam ettik. Yolda Kırklareli Istranca Köy Kooperatifinde yoğurt molası verdik. Kooperatif görevlisi Zafer’le sohbete koyulduk. Yoğurt bitince gerdirme ile ağrılı quadricepsler biraz rahatladı. Geçen yıl bir Alman çiftin buraya geldiğini, tesis içinde konakladıklarını söyleyince ben de biz de isteseydik burada çadır kurabilirmiydik dedim. Beklediğim gibi hayır yanıtını aldık. Yola devam edip 10 km.lik yağmur altında bir yoldan sonra 11.30 gibi Kırklareli’ye ulaştık. Tipik bir tarım kenti görüntüsündeydi, ancak eski cami ve hamamların çokluğu dikkat çekiciydi. Hızırbey Hamamı önündeki ayakkabı boyacılarına sorunca Ayan Kardeşler’de köfte yemeye karar verdik. Köftenin yanında gelen koyun yoğurdu da yemek sonrası tatlı gibi geldi. Çevrede esmer vatandaşların çokluğu, ilginç görüntüler oluşturuyordu. Bisikletlerimiz ve bisiklet kıyafetleri içinde bizler de onlara ilginç geliyor olmalı ki, yemek sonrası Tatsan Helva’dan Mikail Ustadan helva alırken indirim yapmak yetmedi, birer de taneli Tatsan cevizli nuga hediye aldık.

Havanın bulutlu olması ve erken kalkmamız nedeniyle bugünkü yolu uzatmaya karar verdik. Yarınki hedef olan Edirne’ye bugün gitmeye karar verdik. Köfteler işe yaramış olmalı ki, çok sıkı bir tempoda 30-35 km. ortalama ile yola düzüldük. 19 km. sonra İnece’de çimlerin üzerine bir süre yatınca, sağ gözde kaşıntı, burunda akıntı gibi allerjik reaksiyonlar başladı. Acele kalkıp tekrar yola koyulduk, bu kez de Alp’in lastiği patladı. Yeşillik bir yerde değiştirirken benim reaksiyon devam ediyordu. Lastiği şişirirken taktığı lastiğin de patlak olduğu anlaşıldı. 137. km. de Edirne’deydik. Kentin her yanı adeta tarih kokuyordu. İnsanların kültür düzeyleri de, yol boyu gördüğümüz diğer yerleşim alanları ile kıyas kabul etmeyecek şekilde farklıydı. Hava kararmadan Selimiye, 3 Şerefeli Cami ile Eski Cami’yi ziyaret edip Bayberk Döner’de tavuk döner ısmarladık. 12 yaşındaki Cengiz’i 2 kez soğan bulması için gönderip yarım ekmek arası tavukları yedik. Ancak Gökhan’ın  doldurması ile abartıp birer tane daha yiyip iyice şiştik. Çalışanlarla sohbete başlayınca, Er Meydanında çadır kurabileceğimizi öğrendik. Akşam hava kararmadan çadırları kurduk, tam yıkanmaya başlamıştık ki sivrisinek saldırısına uğradık. Acele yıkanıp, ilaç sürünceye kadar epeyce isabet aldım. Er Meydanı gerçekten etkileyiciydi. Tarihin geçmişten günümüze her yandan uzandığı bir alandı. Güreşlerin yapıldığı yerler, kesik kafaların konulduğu taşlar, savaş sırasında kuşatma altındaki Atalarımızın kabuklarını yedikleri çınar ağacı gibi. Bu arada yanımıza gelen bisiklet sevdalısı İsmail Demiray’la da bir sohbet başladı. Bisikletle kısa geziler yaptığını ama, bizim yaptığımız anlamda uzun gezilere çıkmak için çok istekliolduğunu ama arkadaş bulamadığını söyledi. Ben de ekim ayında organize edeceğimiz Gökova Körfez gezisine kendisini davet ettim. Çevrede çok sayıda piknikçi ve müzik eşliğinde şarkılar söyleyen  gruplar vardı. Ortak noktaları herkesin kan alkol düzeylerinin de oldukça yüksek oluşuydu. Ancak kimsenin diğerlerini rahatsız etmemesi de dikkat çekiciydi. Belliydi ki burada bir içki kültürü vardı.

Katedilen mesafe: 143 km

Bisiklet sürülen süre: 8.03 saat

Ortalama hız 17.7 km/s

Maksimum hız 58 km/s

25 temmuz Perşembe

Güzel bir uykudan sonra sabah 05.00 da kalkıp 05.45 de tekerlek döndü. Arkadaşlar önce bir işkembe çorbası içmek isteyince, yoldan geçen birine sordum. İlle Taşkın İşkembe Salonuna gitmemizi salık verdi. Hamis Çarşısında Taşkın ustanın çorbasına attığım ilk kaşıktan sonra Gökhan’la birbirimize baktık. İşkembe çorbasını severdim ve hayatım boyunca çok yerde de içmiştim. Buna meşhur lokantalar da dahildi. Ama bu sanki işkembeden öte, bir sihir bir tılsım gibi bir şeydi. Çorbanın yanında verdikleri hem ızgara edilmiş hem de yağda kızartılmış acı biberler de doğrusu müthişti. Taşkın Ustaya teşekkür edip yola koyulduk. Hedef Keşan’dı. Şehirden çıkmadan bir bisikletçi daha gördük, daha doğrusu bir bisiklet ve iki bisikletçi. Marcel ve Brigitte, İsviçre’liydiler ve ülkelerinden yola koyulup, İstanbul’a  gidiyorlardı. Tandem bisikletleri ve arkadaki römorkları ile çok hoş bir görüntü oluşturuyorlardı. Yol boyu gördükleri ilk bisikletçiler olduğumuzu öğrendik. Harita üzerinde yol konusunda sorularını yanıtladıktan sonra, Edirne çıkışında yollarımız ayrıldı. Çok geçmeden Saçlımüsellim köyünden geçerken çay teklifi alınca karnımız çok aç olmasa da oturmaya karar verdik. Çaylarımızı içerken Üşmen bey evinden bal, peynir, domates ve köy ekmeğinden oluşan bir kahvaltı tepsisi getirdi. Köy 1893 mücahiri imiş. Kahvaltı için bisikletten  su matarasını almaya kalktım; yanımdaki köylünün “su vardır burda bee” seslenişine gülümsedim. Evet tam istediğim yerdi. Trakya’nın gerçek köylüleri. Köy 54-55 hane kalmış, herkes İstanbul ve Edirne’ye göçmüş. 20-30 lu yaşlarda kimse kalmamış. Teşekkür edip kalktık. Bacalardaki leylek yuvaları ve ördeklerin yanından geçerek uçsuz bucaksız çeltik, buğday, mısır tarlaları boyunca yola koyulduk. Meriç sınırına gelince, bu kadar insanın kaçmaya kalktığı ırmağı görmek istedik. Sığırcıklı köyünden Süleyman beyle konuşurken, hep öte tarafa mı kaçarlar, hiç bizim tarafa kaçan olmuyor mu diye sordum.30 yıl kadar önce Yunanistan’dan bizim tarafa kaçanlar olduğunu, şimdilerde kaçışın hep Yunanistan’a doğru olduğunu söyledi. Yol boyu hep gözetleme kuleleri vardı ve askeri araçlar vızır vızır çalışıyordu.

Ergene nehrin vardığımızda ilk dikkatimizi çeken şey kirlilik oldu. Nehir kenarındaki yağ fabrikalarının nehre akıttığı kirlilik, çevredeki inanılmaz genişlikteki tarım havzası düşünüldüğünde ülkemizin sahipsizliğinin bir başka delili oldu. Yine de Ergene ovasının mısır ve ayçiçeği tarlalarının verimi, doğanın her şeye rağmen inatla yaşamaya devam ettiğinin göstergesiydi. Uzunköprü’de su molası verdiğimizde, çevremizi saran esmer yurttaşlarımızın epey ilgisini çektik. Benim de az ötede kokoreç satan ustanın inanılmaz kiloları ilgimi çekti. Trakya halkının hoşgörüsüne sığınarak “pişirdiklerinin yarısını sen yiyorsun galiba” dedim. Tahmin ettiğim gibi, gülümseme ile yanıtımı aldım. Keşan’a 10 km. kala sıcağın ve 2 km.lik sert yokuşun etkisiyle, yorgun ve susuz vardığımız Paşayiğit’te kahvede otururken, önümüzdeki sebze arabasından aldığımız 2 kg. domates, susuzluğumuzu giderdi.  Domatesten sonra 10 km.lik inişle Keşan’a vardık. Sokaktaki birinin tavsiyesi üzerine Göktaş Lokantasında kendimize pide ısmarladık.

Çaylar da içildikten sonra, kalabileceğimiz yerler konusunda çalışanlardan aldığımız bilgi üzerine Çanakkale yolundaki orman kampında konaklamaya karar verip, pedallara asıldık. Birkaç kilometre gidince14 km ilerde Orman Kampı tabelasını görüp, bugün erken kamp kurabileceğimizi düşünüp keyifleniyoruz. Gökhan, “abi, yarım saatte alırız” diyor. 5 km kadar hızla ilerledikten sonra bir yokuşun başında, “9000 m” işaretini görünce bana şaka gibi geliyor. Genellikle tabelalarda km yazılı olduğundan, herhalde yanlıştır diyorum. Tırmandığım tepenin üzerinde biteceğini düşünüp asılıyorum pedallara. Tepe bitiyor, bir düzlük, sonra bir yokuş daha başlıyor ve bu hep böyle tekrarlanıyor. Artık gerçekten gidecek halim de kalmadı. Gökhan ve Alp giderek yokuşun yukarılarında benden uzaklaşıp ve sonunda görme alanımdan kayboldular. Keşan’a kadar 120 km geldikten sonra, güneşin altında bir de 9000 metrelik bizimle dalga geçen bu yokuş gerçekten fazlaydı. Yokuşun biteceğinden umudumu kesince, bari kendimi kurtarma umuduyla, durup kafama bandanamı sarıp tekrar kaskımı giydim. Ne olursa olsun bisikletten inmeden bu yokuşu çıkacaktım. Otomobiller benimle dalga geçer gibi camları kapalı klimalar çalışır vaziyette son sürat yanımdan geçiyorlardı. Şile yokuşları dışında, ilk defa 12. vitese attım ve ağır ağır 9 km.lik yokuşu bitirdim. Yokuş bittiğinde bandana terden sırılsıklam, ben de bitmiş durumdaydım. Aşağıya doğru inmeye başladım, bir yandan da arkadaşlarımı arıyorum. 2-3 km.lik sert inişten sonra yoldan bir düdüğe benzer bir ses duyup bakınca sol yanda Orman Kampını gördüm. Bisikleti park edip, Gökhan’ın gösterdiği çeşmeye gittim. Çeşme başındaki insanlar, ellerindeki pet şişelere su doldurup soğukluğundan söz ediyorlardı. Bir matara suyu dibine kadar içtikten sonra, kafayı sokuyorum suyun altına. İnce akan su birden artıyor. Soğuk su, buhar çıkan kafamdan, yüzümden akıyor, rahatlıyorum. Kafayı kaldırınca Gökhan’ın kendi matarası ile de akan suya takviye yaptığını görüyorum. Arkadaş dediğin böyle olur. 131 km.den sonra otlara yatıp biraz kendime geldim. Bu arada Gökhan, çadır için izin verilmediğini söyleyince pek de üzülmedim. Kapıdağ Yarımadasının üzerindeyiz ve aşağıda, nefis bir deniz manzarası görünüyor. En olmadı, bırakırız bisikletleri ve deniz kenarında nasılsa bir yer buluruz kararı ile oyalanmadan tekrar pedallara asılıp yola koyuluyoruz. İniş sert, km saati 70’i gösterince, korkudan gidonu daha sıkı tutuyorum. Düzlüğe inince git git bitmiyor. Şarköy sapağından geçince yolun sağında Dirikköy’de kamping yazısı görüp, daldık içeri. Yolun kenarında bir de çeşme var ve deniz kenarına inince asıl sürpriz çıkıyor karşımıza. Bir askeri plaj ve duşlar var ve kapısı kilitli, boş, Ender Tatil Sitesinin önü de çadır kurmak için uygun. Yıkanmış, çamaşırları yıkamış, kampı kurmuş olmanın rahatlığıyla, denizden batmakta olan günbatımını izlemeye koyuluyoruz. Akşam yemeğimiz için Keşan’dan aldığımız birkaç parça yiyeceğimiz var. Yine erken yatıp sabah 05.00’da kalkacağız ve tekrar yola koyulacağız. Yemekten sonra, çadırda radyoda Yunan müziği dinleyerek uyuyorum.

Katedilen mesafe: 153 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 8.1 saat

Maksimum hız: 71 km/s

Ortalama hız: 18.6 km/s

30 temmuz Cuma

Saat 06.00’da tekerlek döndü. Bolayır’da Türkpetrol’de tuvalet molası verdik. Utanmadan bir de çay istedim, çay içen Halil beyden. Çayla birlikte sohbet de başladı. Klasikleşmiş nerden geldiğimiz, nereye gittiğimiz muhabbetinden sonra, Bolayır’dan açıldı konu. Namık Kemal’in, Gazi Süleyman Paşa’nın, Hasan Kerami Paşa’nın burada yattığını öğrendik. Her dönemde savaşlara sahne olmuş. Yola devam ediyoruz. 23 km. sonra Gelibolu’dayız. Saat sabahın 07.30’u. Limanda denizin karşısında, simit vesüt ve peynirden oluşan mükemmel kahvaltımızı yapıyoruz. Tekrar yoldayız zaman zaman kekik kokuları arasında kıyı boyu ilerliyoruz. Alp denizdeki bir tankerle yarışa tutuşunca hızımız 30-40 km.yi buluyor.

Kabatepe Çanakkale Şehitleri Müzesindeyiz. İnsanlar şehit olmuş ve yaralı halde silahı ve bayrağı sıkı şekilde dik tutmak için sarılmış asker heykellerinin önünde, heykelleri kapatarak resim çekiyorlardı. Birkaçı heykelin üzerine çıkıp askerlerin üzerine basınca uyarmak gereğini duydum. Alp uzaktaki, yolu sıkı yokuş siperleri görmek istiyor ve ben diğerlerinden af dileyip daha önceden görmüş olmamın da etkisiyle Alçıtepe’de buluşmayı teklif ediyorum. 92. Km.de Alçıtepe’deyim. Çanakkale Savaş Eserleri Müzesini ziyaret ettikten sonra manavdan yarım kilo üzüm alıp, Çınar Büfede oturup, tüm gezinin ilk birasını içtim. Cevdet bey, İstanbul’da 40 yıl ayakkabı işinde çalışmış ve dönmüş memleketine.

Birkaç saat bekledikten sonra, arkadaşlar da geliyor ve Cevdet beyden aldığımız bilgiler ile, Seddülbahir köyüne gittik. Seddülbahir Pansiyonun yanında kamp kurabileceğimizi öğrenince gerçekten sevindim. İlk defa bu kadar erken saatte kamp kurmuş olacaktık ve deniz için de zaman bulacaktık. Kampı kurup, köyden aldığımız yumurta, ayran, kola, peynir, ekmekten oluşan yemeğimizi yedik. Denize kendimi atınca, şöyle bir düşündüm. Gezinin son durağıydı ve ben bu işi sevmiştim. Bu geziden önce arkamda 16.5 kg yükle bu kadar yolu her gün yapabileceğimden çok emin değildim, ama yapmıştım. Bu gezi sadece bir spor olayı değildi, müthiş bir eğlence ve farklı kültürlerden insanlarla tanışmak için de olağanüstü bir araçtı. İnsanlar bizi merak etmişler, konuşmak ve tanışmak için yanımıza gelmişlerdi. Bisikletle gezen yabancılarla da tanışmış ve sanki kırk yıllık arkadaşlarıymışız gibi karşılanmıştık. Otomobille seyahat edenler gibi, bir cam fanus arkasından değil, doğa ile içiçe, otların, ağaçların kokularını ayırt ederek, rüzgarın sesini dinleyerek, yerdeki  her çakıl taşının varlığını hissederek yolculuk etmiştik. Kendime daha çok güvendim ve gelecekte yaşadığım dünyayı yine bisikletle gezebileceğimi hissettim.

Pansiyonda çay ve sohbetle akşamı edince, yine erkenden yattık. Radyoda Yunan şarkıları beni uzaklara çağırıyordu. Gece iyi uyudum.

Katedilen mesafe: 102 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 5 saat

Maksimum hız: 67 km/s

Ortalama hız: 20.5 km/s

31 temmuz cumartesi

Alp ve Gökhan’ın çadırlarının köşelerine, köpeğin işemesi sabahın ilk sürprizi oldu. İkincisi ise çadırları toplarken pansiyon sahibi Belgin hanımın, kahve içmeye çağırmasıydı. İstanbul’da çalıştıktan sonra emekli olmuş. Pansiyonu 5 yıllığına kiralamış. Oğlu paralı üniversiteye devam ediyormuş ve eşi de emekli olmasına rağmen ekonomik nedenlerle İstanbul’da bir süre daha çalışacakmış. Kahve yanında ikram ettiği çikolatalı bisküviler gerçekten sadece lezzetli değil, aynı zamanda Belgin hanımın da  nezaketinin simgesiydiler adeta.

Yola koyulduk. Abide etkileyici, çevre çöp doluydu. Tarihimizin dönüm noktalarından birinin yaşandığı yer gerçekten güzel planlanmış ve inşa edilmişti. İngiliz ve Fransız Mezarlarının düzen ve temizliğini görünce daha da kızdım insanımıza.  Alçıtepe köyünde Cevdet Beyin dükkanının önünde kahvaltımızı yaptık. Yumurta, peynir, sıcak ekmeğin yanısıra, sızma zeytinyağı ile dolu sahandaki zeytinler inanılmaz derecede lezzetliydi. Yolumuzu Sargı Yeri Şehitliğine çevirdik. Ortalık ziyaretçilerle doluydu. Resimler çekildikten sonra, Kilitbahir’de …. Çavuş heykelini de gördükten sonra Eceabat’a ulaştık.

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir