Güneydoğu Bisiklet Turu

Dr.Bülent Savran

Bir gün önce geldiğimden eski arkadaşlarımı arama fırsatım olmuştu ve tabii ki öğlen yemeğini ciğer kebap olarak yemiştim. Yine akşam yemeği de mükemmel bir şölen niteliğinde Çukurova Üniversitesi Sosyal Tesislerinde yenince, bisiklet gezisine kötü bir başlangıç yapmış oldum. Necmi’nin  evinde gece iyi bir uyku çektikten sonra, sabah erken saatlerde tüm ekip üyeleri teker teker Adana’ya dökülmeye başladı. Bir gece önceden gelen Kubilay, sabah erken saatlerde gelen Hilmi, Alp ve Gökhan ile birbiri peşisıra Atilla Altıkat Köprüsü altında buluştuk.

 

Adana Eskibaraj’da Abdullah, Nedime, Hüseyin, Nuray’ın getirdiği nefis bir Antakya kahvaltısı yaptık. Saat 08.00 gibi tekerlek döndü. Hilmi’nin yorgunluğu nedeniyle 60 km kadar yavaş tempoda pedal çevirip öğlen saatinde Hamdilli Köyünde bir kahvede oturduk. Ana yoldan ayrıldıktan sonra manzaramız değişti. Sağlı sollu bitmez tükenmez buğday tarlaları ile sebze bahçeleri uzanıyordu. Yılda üç mahsül alınan bu verimli ovada inanılmaz bir toprağın yarattığı yeşil içinde zevkle pedal çevirdik. İlerde tekrar ana yola çıktıktan sonra trafik gürültüsü ve kamyon sıyırmaları başladı. Dikkatle yol alıyorduk. Hilmi’nin yorgunluğu hızla yol almamıza engel oldu. Grubun bölünmesi kaçınılmaz oluyordu. Ha … köyünde bir süre oturduk bir kahvede, çaylarımızı beklerken bir delikanlı yanımıza gelip belediye başkanının bizi beklediğini söyledi. Hoş geldine ayağına çağırmak ne nezaketsiz bir davranıştı. Çay içtiğimizi, kendisini burada beklediğimizi söyledik.

Grup ilerde tekrar bölününce, Alp’le Gökhan’a gruptan ayrılıp hızla İskenderun’a gitmelerini, yerimizi ayarlamalarını söyledim. Onlar gittikten sonra biz Kubilay ve Hilmi ile üçlü grup olarak yola devam ettik. Yol üzerinde çok hafif yokuşlar vardı, genelde düz sayılırdı ancak Hilmi antremansızlık ve yorgunluk nedeniyle  tükenince bir yerde çay molası vermeye karar verdik. Tavas’ta sağda gördüğüm bir kalabalığa doğru yavaşlayıp, yabancılara çay verip vermediklerini sordum. Hemen ayağa kalkıp buyur ettiler. Meğer düğün varmış ve Siverekli bir ailenin evine gelmişiz. Kalabalık da bizleri görünce çok memnun oldu. Herkes birer birer el sıkıştı ve tanışma faslı başladı. Hilmi’nin nöroloji doçenti olması lafı uzattı. Karanlığa kalmaktan konkarak kalkalım derken yemek geldi. Etli fasülye, bezelye yanında nefis bir yufka ekmeği ve bir sürahi ayran, Hilmi’nin düşen kan şekerini tekrar normale çekti. Bizi davet eden Hacı 27 yıl önce Siverek’ten göç ettiklerini, kızlarını Rize’den bir damada verdiklerini anlattı. Yemekten sonra kısa bir sohbet ve hemen gelen tavşan kanı çaylardan sonra müsaade istedik. Hilmi yolun başında biraz düzelir gibi olduysa da sonra yine hızını azalttı ve İskenderun’a UMAT tesislerine ancak akşam karanlığı basarken varabildik. Alp ve Gökhan bizi bekliyorlardı. Hemen yıkanıp giyindik. Gece bekçisinin arabasıyla şehre indik. Deniz Restorana gelince bizler yoğurt Alp’le Gökhan kebapları yediler. Kebabın yanında gelen soğan salatası bitmeye yakınken garson gelip yenisini koymak için eski tabağı almaya yeltense de Gökhan atik davranıp tabağı kaptı. Soğan salatası o kadar lezzetliydi ki son kırıntısı bile kıymetliydi. İskenderun bol gürültülü, şen şakrak insanlarla doluydu. İnsanların sokaklarda yüksek perdeden şen şakrak kahkahaları kente farklı bir renk katıyordu. Kültür seviyesinin yüksek olduğu belliydi. Sokaklar temiz, binalar güzeldi. Arka masada oturan 2 kişiden biri bizim sohbete katılınca akşamımız daha da renklendi. Hamdi beden eğitimi öğretmeniydi ve bisiklet yolculuğumuz ilgisini çekmişti. Atabay Kolejinden bir grup öğrenci ile birlikte bisiklet turu yapmayı düşündüğünü söyleyince ben de Muğla’ya gelirse her türlü kolaylığı sağlayabileceğimi anlattım. Üstelik ertesi gün 16.30 da İskenderun da bir bisiklet şenliği düzenlediklerini ve katılmamızı istedi, bizim de hoşumuza gitti. Ancak katılamazdık ve Antakya’dan eski arkadaşım Hasan bizi bekliyordu. Sabah yola çıkmadan basınla birlikte bir görüşme yapılması konusunda anlaştık ve vedalaştık. Yönümüz Kral  Künefe Salonuydu. Şu künefenin bu kadar muhteşem bir tatlı olması bana inanılmaz geldi. Etraftaki  diğer müşterilerin göbek ve kalçalarındaki fazlalıklar, bunların boşa olmadığını söylüyordu. Gece UMAT tesislerinde yine uyuyamadım. Bir sağa bir sola dönüp durdum.

Günlük gidilen mesafe102 km

Süre 4.5 saat/gün

Pazar

Sabah erkenden Hamdi aradı. Geliyoruz dedim. Dün gece yemek yediğimiz lokantanın önünde buluştuk. Muğla’da yaptırdığımız “Yollar Hepimizin Paylaşalım” yazılı tişört ile onun getirdiği Atalar Kolejinin tişörtlerini değiş tokuş ettik. Yaptığımız tur hakkında bilgi verdikten sonra vedalaştık. Kısa bir yoldan sonra Belen yokuşuna tırmanmaya başladık. 15 kilometrelik sert bir yokuştu. 31 plakalı arabaların yanımızdan geçerken korna çalmaları, arabaların geçerken dikkatli bir şekilde geçmeleri dikkat çekiciydi. Rakım 715’de zirveye vardığımızda bir bakkalın önünde kahvaltı yaptık. Bolca domates, biber, peynir, ekmek, süt. Kahvaltıdan sonra Hasan’ı bekletmemek için yola koyulduk. 6-7 kilometrelik bir inişten sonra Kırıkhan- Reyhanlı kavşağına vardık. Hasan Kaynak bizi bekliyordu. Yıllar önce ona aldığım ama hala yepyeni bisikletiyle gelmişti. Nerdeyse 5 yıldır görüşmemiştik, kucaklaşıp hasret giderdik bir süre. Buradan 10 kilometre sonra Serinyol’da akrabası Dr.Nesip Kalacı’nın çiftlik evinde mola verdik. 8 dönümlük bir arazide 200 ağaç ve sayısız sebze ile Kocaeli’nden getirilmiş bir deprem evi. Verandada gölgede oturup üst baş değiştirdik. Çaylara nefis börekler eşlik etti. Tam bizlik bir yerdi. Çadır kurmak için uygun yerlerin yanı sıra dalından koparılmayı bekleyen türlü çeşit sebze. Aslında burada kalmak istedikse de Hasan bırakmadı. Bisikletleri orada bırakıp otomobille Antakya’ya gittik. Öğlen yemeğinde Hasan’ın eşi dahiliye uzmanı Filiz’de bizimle beraberdi ve Sultan Sofrası Lokantasına gidince karşımıza yaprak sarması, oruk (içli köfte) yoğurt aşı (çorba), frikli bulgur, börek ve aşure çıktı. Yedik tabii. Mozaik Müzesi, Sen Piyer Kilisesinden sonra Samandağ’da Titüs Tüneli, Beşikli Mağara, Dor Mabedi derken akşam oldu. Aslında bu saatlerde yemek yiyip yatma huyunda olan biz gezginler kendimizi Harbiye’de bulduk. Burada ne yediğimizi biz de şaşırdık. Antakyalıların sofrasına oturunca tüm limitler aşılıyordu. Sadece inanılmaz lezzetin değil, aynı zamanda estetiğin de ön planda olduğu bir sofra karşısındaydık. Rakı rakıyı, tavuğu, şiş ve Adana kebap izledi. Yanında mezelerle limonlu taze otlar, soğan salatası derken ipin ucu kaçtı. Akşamı Hasan’ın evinde noktaladık. Aslında kalmak istememiştik ama ısrar galip geldi.

Günlük gidilen mesafe 50 km

Süre 3 saat/gün

Ortalama hız 16.2 km/saat

Maksimum hız 65 km/saat

Pazartesi

Sabah uyandığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Hilmi akşamki sefahatten sonra rahatsızlanmış, gece boyunca kusma ve sıvı kaybı nedeniyle bitkin görünüyordu. Yola devam edemeyeceğini söyledi. Herkes itiraz etse de sonuçta kabul etmek zorunda kaldık. Serinyol’a vardığımızda bisikletleri hazırladık. Hilmi’yi üzüntüyle Antalya’ya uğurladık. Aklı bizde kaldı ama gitti. Durakta otobüsü beklerken 71’lik Mustafa ile tanıştık. Günde 3 paket sigara içiyormuş ve  bir de içmeseydin diye takıldım. Kesinlikle şimdi yeniden evlenirdin diye ekledim. Kahkahalarla güldü. Tekrar pedallar döndü. İyi bir tempo ile Kırıkhan- Reyhanlı (Topboğazı) kavşağında mola verdik. Sonra rüzgarı da arkamıza alarak 21 kilometre kadar gittikten sonra Kırıkhan’da  Petrol Ofisinde çalışanların çay teklifine hayır diyemedik. Kırıkhan sakin bir güney kasabası görünümündeydi. İçinden rengarenk kıyafetleri ile geçen bizlere ilgiyle baktılar.

Sağlı sollu sararmaya başlamış buğday tarlaları ile domates tarlaları arasında yol aldık. Bir dut ağacının yanındaki çeşmeden su içip dut ağacının altındaki meyva tezgahının üzerin bir süre yattık. Üzerimizden geçen rüzgarın sesini ve akan suyun şırıltısını dinliyorduk. Fazla zaman geçirmeyelim deyip ekibi hareketlendirdim. Bir süre sonra gidip Narlıhopur Köyü kavşağında bir portakal tezgahında durduk. Ali Akça aynı zamanda çay demleme teklifi yapınca reddetmek olmazdı.

8 kiloluk portakal çuvalını önümüze koyup yedik, bitirince üstüne çaylar geldi. Kişi başına 2 kilo portakal midedeyken pedal çevirmek olmazdı. Ali Akça’nın verdiği döşek üzerine bir de yastık getirince kalsak mı diye şakalaştık. Çayları içerken Mustafa da geldi. Çiftçinin durumundan söz açıldı. Hükümete yönelik eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. Zamanında çok kaçakçılık yaptığını, ancak şimdilerde kaçakçılığın öldüğünü, işlerin serbestleştiğini söyledi. Karşıdaki Kürt Dağlarının eteğinin sınır olduğunu anlattı.

Yola devam ettik. Hassa’dan sonra bacaklarımın biraz sertleştiğini hissettim. Gökhan ve Alp’in arkasında 140’lı nabız rakamları bana biraz fazla geldi. Hızımı yavaşlatıp arkadan onları takip etmeye başladım. Hassa’yı geçip Akbez’de bu sefer ayran molası verdik. Çin motosikletlerinin piyasaya hakimiyeti inanılmaz boyutlardaydı. Küçücük Akbez’de dahi Çin motorları satan yerlere rastlamak şaşırtıcıydı. Adana’da ise adım başı motosiklet satıcıları ile doluydu. Akşam konaklama için haritaya baktık. Islahiye’de bir süre durup yiyecek alıp, yolda uygun bir yerde konaklamaya karar verdik. Bu arada Kubilay’da çantasına takviye şeritler diktirdi.

Islahiye’den sonra köy yollarına saptık. Karapınar İlköğretim Okulu bahçesinde yeşil otların üzerine çadırları kurduk. Bahçede su da vardı, yıkandık. Çadırımı özlemiş olduğumu fark ettim. Seyahatteydim ve her şeye boş vermeye çağıran bir bencilliği vardı bu yolculuk fikrinin.

Salı

Sabah ezanla uyandık. Hızla kampı topladık. Okul bahçesi dışına çıkıp arkadaşları beklerken uzaktaki köye baktım. Bacalardan tüten dumanlar, öten horozlar ve çevredeki ağaçlardaki kuşlar. Dumanı tüten evlerde kim bilir şimdi çocuklara kahvaltı hazırlayan anneler telaştadır. Sokakta tek bir insan sesi duymak mümkün değil. Uzakta bir tarlada bir köylü çalışıyor, ortadaki yolda bir köpek bana bakıyor.

Sabah 06.30 ve tekerlek dönüyor. Biz gezginler için yeni bir başlıyor. Amaç anayollara çıkmadan Gaziantep’e ulaşmak.

Biraz ilerledikten sonra 8 kilometrelik sert bir yokuş başladı. 120’li nabız rakamlarında rahat bir tempoda tepeye çıktım. Alaca Köyünde, Jandarma komutanı Mete Yavuzyuğruk’un kahvaltı önerisine hayır diyemedik. Karakol 800 rakımda kurulu, çevresi ormanlık bir alandaydı. Kimlik kontrolünden sonra çay, ekmek, yufka, herkese ikişer zeytin ve çeyrek biber düştü. Hafif çiseleyen yağmurla yola devam ettiğimizde biraz ıslandık. Yol boyu asma, zeytin, bezelye, mercimek tarlaları eşliğinde toprak yola girdik. Bir süre sonra tekrar güneş çıktı. Yokuşu çıkarken gözüm musluk gibi ter damlayan burnumdaydı. Yokuşu alın teri ile çıkmıştım. Kurtalan köyüne vardığımızda 6 yaşındaki okul kıyafetleri içindeki küçük Mehmet ile dut ağacı altında sohbet ettik.

Dehşetli bir yokuş, kalın mıcır kaplamalı yolda artık pedal çevirecek hal kalmadı, yürüyerek yokuşa devam deyip tepeye çıktık. Kozlubağ köyünde Gökhan, bir kadından parası karşılığı yemek istedi. Tenceresi içinde bulgur pilavı ve cacık geldi ancak soğansız olmazdı. Çevremizi sarıp “emmi nereye” diye soran çocukları soğan getirmeye yolladım. Tarladan yeşil sarımsak yolmuşlar. Caminin çeşmesinde yıkadım. Nerdeyse yarısını ben yedim. Az ilerde de bir çingene çadırı kurulmuş, bakır tencerelerin kalaylanması için ateş de yakılmıştı. Bir süre gölgede yatıp dinlendik.

Yol bir süre sonra asfalta döndü. Köy yollarından inerken büyük bahçeler ve yüksek duvarlar içinde kapalı, kocaman asma kilitlerle kilitlenmiş gösterişli villalar gördüm. Bahçeler ceviz ve zeytin ağaçlarıyla doluydu. Yol kenarlarında ise ceviz ve fıstık ağaçları ile asma yoğunluktaydı. Uzunca bir yoldan sonra, Cevizli köyünden geçerken aklıma ceviz yemek geldi. Arkadaşlar da hızlı gidip gözden kaybolmuşlardı. Bir evin damında bana bakan çocuklara cevizleri varsa biraz vermelerini söyledim. Evin içinde bir telaş baş gösterdi. Anneleri cama gelerek satılık ceviz olmadığını söyledi. Ben yorulduğumu, varsa yemek için 2 tane istediğimi söyleyince durum değişti. Çocuklardan biri kısa bir süre sonra bir tabak dolusu ceviz ile çıkageldi. Sevincime diyecek yoktu. Yolculuğumuz konusunda verdiğim kısa bilgi galiba onları daha çok memnun etti.

Cevizlerin keyfiyle yola devam ettim. İlerde bir kavşakta arkadaşlarımı beni beklerken yakaladım. Yola hızla devam ettik. Bir süre sonra akşamüstüne yaklaşırken uzakta aşağıda bir yerlerde Gaziantep göründü. Görme alanımıza sığmayan boyutlarda bir alana yayılan, geniş caddeleri ve modern apartmanlarıyla bir sanayi kenti.  Kente girdiğimizde şaşırdım. Doğuda böylesine modern bir kent olacağını beklemiyordum doğrusu. Kentin ortasında bulunan Öğretmenevine gidip yer istedik, dolu dediler. Otellerde kalmak bize yakışmazdı. Şehir merkezindeki parkta zabıtalara yer sorduğumuzda, burada kalın dediler. Böylece şehrin tam ortasında ve içinden bir de nehir akan parkta çadırları kurduk. Yanımızdaki caminin cemaatı çekilince, şadırvanda da yıkandık. Ama hava serin ve su da vicdansız şekilde soğuktu. Gökhan’ın duşmatiğini musluğa takıp herkes birbirine su fışkırttı. Soğuk sudan sonra ısındık. Giyinip kentin içinde küçük bir turdan sonra İmam Çağdaş Lokantasına gittik. Lahmacun, kuşbaşı ve kuru baklavayı hak etmiştik.

Mesafe 103 km

Süre 7.3 saat/gün

Ortalama hız 15.8 km/saat

Maksimum hız  66 km/saat

Çarşamba

Sabah yanımızdaki caminin ezanıyla uyandık. Sabah 05.30’da bisikletler hazırdı. Gaziantep’de adeta bir Akdeniz iklimi vardı. İnsanlar bana alıştığımdan farklı görünmedi. Gelip geçici olduğumu bilmek, birkaç saat sonra oradan ayrılacağım duygusu ile insanlara bakmak ve yüzlerinden yaşamlarını okumaya çalışmak bana zevk verir oldu. Sabah kumru sesleri ile dolu parkta tek tük gelip geçene baktım.

Yola çıktık ama devam edemedik. Sabahleyin adeta bir otobüs seli ile karşılaştık. Sanayide çalışanların servis otobüslerinin biri geldi, biri geçti. Biyodizel kullanan yüzlerce otobüs, arkada pis kokan kara bir duman bırakıyordu ve kurtulmak mümkün değildi. En sonunda pes edip kenarda bulduğumuz bir parkta otobüs seferlerinin bitmesini beklemeye karar verdik. Saat 07.30 gibi otobüsler azalmaya başlayınca tekrar yola çıktık. Hafif yokuş, geniş ve düzgün asfaltta hızla ilerledik. Hedef Maraş’tı.

Adıyaman Kahramanmaraş yol ayrımına geldiğimizde, Maraş’a 18 kilometre kaldığını ve gidersek tekrar dönmemiz gerekeceğini düşünerek oralarda bir yerlerde kalmaya karar verdik. Fırat Petrol Ofisi istasyonunda çalışanlardan izin isteyip kamp kurmaya karar verdik. Bisikletlerin çantalarını indirdik. Boş bisikletle Maraş’a gidip biraz gezip dondurma yemek için Kubilay istekli olmadı. Yorgun olduğunu söyleyip çantaların yanında kalmayı önerdi. Boş bisikletle yola çıktık. Adeta uçuyormuşum gibi geldi. Maraş’a 6 kilometre kala lastiğim patlayınca, tamir takımı ile yedeklerin de çantada kaldığını anladım. Diğerlerinin bisikletleri 26 benimki 28 jant olduğundan onların lastiğini de kullanamıyordum. Gökhan ile Alp birlikte Maraş’a gittiler. Biraz dolaşıp Mado Dondurmalarının aslı Yaşar’da dondurma yedikten sonra bana da bir iç lastik alıp geldiler. Değiştirip tekrar kamp yerine döndük. İstasyonun arkasındaki muslukta yıkanırken çalışanlar koşup geldiler, sıcak banyolarının olduğunu, orayı kullanabileceğimizi söylediler. Bu kadarını da beklemiyorduk doğrusu. Yıkandık, çamaşırları yıkadık, çadırları tam kurmuştuk, yemek yemeğe hazırlanırken, birinin dışardan bağırdığını duyduk. Pek de anlaşılmıyordu ama bir süre sonra bize bağırdığı anlaşıldı. Biz kimdik, nasıl buraya gelip çöreklenmiştik. El kol hareketleriyle yapılan bu çağrıyı kulak arkası etmek mümkün değildi tabiî ki. Kampı toplarken en azından çalışanlar sorun yaşamasın diye gidip patronları ile konuşmaya karar verdim. Fırat Rana’ya kendimi tanıttım, işçilerinden izin alarak burada kamp kurduğumuzu, gideceğimizi ama çalışanların sorun yaşamasını istemediğimizi söledim, ama pek de inanmışa benzemiyordu. Bisikletin üzerinde seyahat eden bir doktor hikayesi inanılır gelmedi herhalde, jandarma çağırmaya karar verdiler. Bu arada ısrarla bize bira ikram etmeyi de ihmal etmediler. Jandarmalar geldi, kimlikler çıktı. Ben de Adli Tıp doktoru olduğumu, işimin jandarma ve polislerle olduğunu söyleyip bir kart verdim. Genç erlere ilginç gelmiş olmalı ki, bana günde kaç kilometre gittiğimizi, ne kadar ağırlığımız olduğunu sormaya başladılar. Ben de onlara Jandarma Karakolunun yanında konaklayıp konaklayamayacağımızı sordum, gelin dediler. Bu arada nezaketen 1 kart da Fırat beye verdim. Karta bakıp bana Hakim Halil beyi tanıyıp tanımadığımı sordu, tanımıyorum dedim. Biz jandarmalarla laflarken telefona sarılıp birini aradı. Konuşma konusuna kulak misafiri oldum tabii. “Ama abi o seni tanımıyor, evet adı da o”. Bana dönüp tekrar Halil hakimi tanıyıp tanımadığımı sordu, yine tanımadığım yanıtını aldı. Konuşma bitince ne olduğunu anlayamadan Fırat bey ellerini iki yana açtı. Jandarma erlerine iş anlaşılmıştır, arkadaşlar benim misafirimdir dedi. Neler olup bittiğini anlamak mümkün değildi. Jandarmalar ve bira gidince, bize bağıran Ali’yi yanına çağırdı. “Arkadaşlar yanlış yerde dondurma yemişler, arabaya at götür, Ferah Pastanesinde dondurma yedir” dedi. Ali’nin eski arabasıyla bu sefer tekrar Maraş’ın yolunu tuttuk. Pastaneye geldiğimizde Ali arabayı pastane önünde yolun ortasında bırakıp, koştu pastaneye girdi, kapıyı açtı. “Arkadaşlar bizim misafirimizdir, Fırat Ağamın emridir, en iyi şekilde ağırlayacaksınız” dedi. Rengarenk bisiklet kıyafetleri içindeki bizlerle zıtlık içindeki Ali, müthiş lüks pastanenin üst katına gidip baş köşeye oturduk. Önümüze bir kase içine bir şeyler kondu ve kaseden beyaz dumanlar çıkarken bize ne yiyeceğimiz soruldu. Biz de utanıp sıkılarak dondurma yiyip biran evvel geri dönmeyi düşünüyorduk. Tatlı tabağı getirilmesine karar verildi. Bir süre sonra gelen manzara inanılmazdı. Önce resim çekelim sonra tadına bakalım dedik. Şöbiyet, bülbül  yuvası, fıstık sarması, baklava. Şöyle bir kenarından tadına bakınca arkadaşlara seslendim. Önce herkes bu tabağın karşısında ibadet etsin, sonra yesin dedim. Lezzetin doruğu bu olmalıydı. Böylesine bir lezzeti baklavası ile meşhur Antep’de bile bulamamıştık. Neyse yedik kalktık. İstasyona döndüğümüzde Fırat bey gitmişti. Ali tekrar biraya davet etse de, uyumamız gerektiğini uzun uğraşlardan sonra kabul ettirebildik. Ancak yatmak da fayda etmedi. Ali’nin çalışanı ile konuşması öylesine üst perdeden ve ara sıra masaya vurulan yumruklar öylesine etkiliydi ki, sabaha karşı 3’den sonra ancak uyuyabildim. Zıtlıklar ülkesinde yaşıyorduk. Önce kovup sonra baş tacı eden, sonra da sabaha kadar alkol kokan bağırtıları ile bizi uyutmayan Ali son zamanların Türk mafya dizilerindeki tiplemelerden birini andırıyordu.

Mesafe 82.4 km

Süre 4.2 saat/gün

Ortalama hız 18.5 km/saat

Maksimum hız 71 km/saat

Perşembe

Sabah herkes uykudayken erkenden yola çıktık. 20 kilometre kadar gittikten sonra Ersan Özel Petrol Rafinerisi yanından geçerken resimlerini çektim. İlk defa bir rafineri görüyordum. Ülkemizde gerçekten toprağın altı da üstü de zenginlik doluydu. Yola devam ederek Pazarcık’a vardık. Kartalkaya Baraj Gölünün kıyısında kurulu küçük ama tam bir sanayi kasabasıydı. Opet Tesislerinde kahvaltıya oturduk. Domates, adam başı 0.5 litre süt, 200 g yoğurt, 125 g peynir, 3 yumurta, sınırsız ekmek üzerine taşımayalım diye akşamdan kalan 250 g Mado dondurmasını da yedik. Artık mideler ne oldu bilemiyorum.

Çaylardan sonra tekrar yolu koyulduk. 78 kilometre sonra Gölbaşı’na vardık ve internet kafede mola verdik. Yanımda oturan Mustafa bir zamanlar Erbakan’a domates attıkları olayı anlattı. Şambayat’a soluksuz bir tempoda vardık. Greyfurt ve yoğurt molası verdik. Adıyaman’a az kalmıştı. Saatte 37-38 kilometre hızla arkada 20 küsur yükle Alp’in arkasında uçarcasına giderken rampalardan şüphelenmeye başladık. Rampa gibi görünüyordu ama gerçekten yokuş muydu.

Adıyaman’a geldiğimizde, şehrin içinde küçük bir turdan sonra öğlen yemeğini İkram Lokantasında közde piliç yemeye karar verdik. Güzel yapmışlardı. Yemekten sonra oyalanmadan tekrar yola çıktık. 5 kilometre kadar gittikten sonra dere kenarında Beşpınar Lokantasının yanında kamp kurduk. Sahibi Fatih ile konuştuk biraz. Beklediğimizden fazla bir ilgi ile karşılaşmıştık. Çadır için bize uygun bir yer gösterdiler. Kampı kurup yıkandık.

Gece boyunca yağmur yağdı.

Mesafe 149.8 km

Süre 8.0 saat/gün

Ortalama hız 18.3 km/saat

Maksimum hız 63 km/saat

Cuma

Sabah kalktığımızda bisikletlerin üzerinin örtülü, üzerine de şemsiye çekilmiş olduğunu görünce sevindik. Gece bekçisi Abdullah’a teşekkür edip 1 adet tişört hediye ettim. Yağmur devam ediyordu ve Abdullah bize çay demledi. Bir de kek açmış, kahvaltı yaptık. Çam ve iğde ağaçlarının kokusu ve yağmura karşıdan esen sert rüzgar karıştı. Saatte nerdeyse 10 kilometre hızla yokuş çıkarken inişlerde 20’yi geçemedik. Gökhan’la Alp önden hızla gidip gözden kayboldular. Ara sıra hala incir ağaçlarını görmek nedense bir Egeli olarak hoşuma gidiyordu. Sert bir sağanak yağmurla Kubilay’la birlikte Apet Petrol istasyonuna sığındık. Çalışanlar hemen kahvaltı ikram ettiler. Köyden getirdikleri lor peynir, tere yağı ve nefis bazlama yanında çay. Daha ne olsundu. İzin isteyip tekrar yola koyulduk. Kahta’ya doğru yola devam ettik. 16 kilometre levhasından sonra rüzgar kesintisiz sürdü. 23 kilometreyi 2.5 saatte katedip Boğaziçi Lokantasına oturup çorba içtik. Her iki yanımızda buğday tarlaları göz alabildiğine uzanıyordu. Arsameia Ören Yerine geldiğimizde biraz durup fotoğraf çekme ihtiyacı duyduk. Kahta Çayının dibinde kurulu tarihi Cendere Köprüsüne bakarak çay içtik. Yola devam edip küçük bir yokuştan sonra Nemrut Dağı Milli Parkı girişinde park görevlisi Abuzer ve İzzet Ara ile sohbet ettik. Yılın bu mevsiminde pek turist olmadığını, gelen birkaç turistin zirveye çıktığını anlattı. Gökyüzü bulutlu ve hafif çiseleyen bir yağmur vardı. Bisikletlerin çantalarını orada bırakıp 17 kilometrelik yokuşla zirve yapmaya gerek kalmadı. Bulutlu havada görecek şey de olamazdı. Az ilerde dere yatağının yanında kampımızı kurduk. Debisi yüksek derede yıkanırken nerdeyse su beni de götürüyordu. Tabii yıkanırken resim çekmeyi de ihmal etmedik. Yanımızda tavuğumuz vardı ve akşam için ateş yakacaktık. Tavuğu kesme işi benimdi, büyük taşlardan bir ocak ve çevredeki ağaç dallarından şiş yapıp pişirdim. Ekmek ve tuzla nefis bir akşam yemeği yedik. Gece rüzgar ve yağmur giderek şiddetlendi. Rüzgarın çadırın dışında eserken çıkardığı sesi dinledim. İyi ki çift kattı, nerdeyse çadırın çubuklarını kıracak derecede esiyordu. Bir ara kalkıp çadırın bağlamadığım iplerini tekrar bağladım. Gece ara ara uyandım, ara ara ile uyudum.

Mesafe 55 km

Süre 3.5 saat/gün

Ortalama hız 13.9 km/saat

Maksimum hız 55 km/saat

Cumartesi

Sabah kalktığımızda ortalığı sel götürüyordu. Diğer arkadaşların çadırları tek kat olduğundan tüm malzemeleri ıslanmış, bir tek ben kuruydum. Sel suyunda kaşıklarımızı yıkayıp dünden kalan yoğurt ve ekmekle kahvaltımızı yaptık. Islak ama neşeliydik. Tekrar Parkın giriş kapısına giderken yağmur tekrar şiddetlenip bizi iyice ıslattı. Abuzer bizi tekrar misafir etti. Yiyecek nesi varsa çıkardı. İçtenliği gerçekten inanılmazdı. Ona da bir tişört hediye edip çaylarımızı da içtikten sonra yağmurla birlikte tekrar yola çıktık. Yağmur şiddetlenince bir ağılın sundurmasına sığındık. İçerden bize bakan ineklerle biraz sohbetten sonra, yine yola düştük. Yağmur ara ara sağanak halinde yağıyordu. Bu ara Gökhan’ın zirciri kırıldı. Alp’te zincir sökme aleti vardı ama o da öndeydi. Benim çekme halatı ile bir süre Gökhan’ı çekmeye çalışsam da, kısa sürede iflas ettim. Bisikletleri değişip Gökhan’ı öne aldık. Güç farkımız gerçekten dehşetliydi. Rüzgar gibi yola atıldık. Ben arkada sadece sele üzerinde otururken, Alp’e yetişmeye çalışıyorduk. 10 kilometre kadar bu şekilde gittikten sonra Alp nihayet insafa gelmiş bizi beklemeye başlamışken Erol Gaz Tesislerinde ona yetiştik. Kubilay’ın ıslanan tüm malzemelerini çıkarıp çitlere astık. Tamir işi bitince yola çıktık. Nihayet güneş çıkmıştı ve kurumaya başlamıştık. Toprak damlı evlerin çevresinde kafada takke, ayaklarında lastik ve şalvar, sanki bir örnek giyinmiş başörtülü ve uzun mantolu kadınlar, güneydoğuya geldiğimiz belli oldu. Gerger’e bağlı Korulu Köyünün Keferge Mezrasında feribotun önüne geldiğimizde 2 saatimizin olduğunu gördü. Çevrede bekleyen kamyon sırasının yanından geçip birer çay içtik, fotoğraf çektik. Feribot geldiğinde hemen yerimizi aldık ancak yağmur da tekrar başladı. Görevli bizim bisikletleri araç sayıp motosiklet parası isteyince kavga başladı. Ama sert kayaya çarpmışlardı. Alp işi halletti. Karşıya yanaşınca yüklü kamyonlara tutunup sert yokuşu çıktık. Ama manzara olağanüstüydü ve Atatürk Barajının resmini çekmek için kamyonu bıraktım. Resim faslı bitince tekrar yokuşu çıkmaya başlamıştık ki yeni bir kamyon geldi ve bu sefer 4 kişi aynı kamyona tutunduk. Artık Siverek yolundaydık ve göz alabildiğine düz bir ovada inanılmaz sayıda hayvan otluyordu. Sağlı sollu hayvan ağılları yanı sıra korucu siperleri de gözümüze çarpmadı değil. Bir yol işaretinin yanında durduğumuzda yanımıza Faik Dağbakan geldi. Omzunda keçe, elinde sopası ve bir aylık sakalı ile bize ilgiyle baktı. Bizi soru yağmuruna tuttu. Kaç çocuğu olduğunu sordum, şöyle bir düşündü, 5 dedi. Sonra, yok 3 de kız var dedi. Resmini çektik. Buralarda terör var mı diye sordum, “buralar hep Bucak, terör yoktur, serbesttir gezin” dedi. Arkasındaki yüzlerce koyun ve keçi ile sanki buraların sahibi gibi konuşuyordu. Ve bizde onun kırk yıllık arkadaşlarıydık. Bu yanıt içimize bir sevinç verdi. Siverekli Faik’in yüzüne baktım, gözlerinin içine baktım. Işıl ışıl gözlerine, 32 dişini gösteren gülümsemesine ve birkaç aylık sakalına. Sıcaklığı içimi ısıttı. Memleketimin uzak bir köşesindeydim. Burası benim doğduğum veya yaşadığım bir yer değildi. Ama buralara kendi gücümle gelmiş olmak ve buralardan biriyle kısa da olsa tanışmak, ondan yakınlık görmek, işte güzel olan buydu. Tanımadığın insanı, ülkeyi sevmek mümkün olamazdı. Memleketini sevmek düşüncesi bir soyutluktan çıkmış ve somuta dönüşmüştü. Siverek’e gitmiş ve Faik’i tanımıştım. Yola devam ettik. Yol son derece düzgün, yeni yapılmış görünüyordu. Yolda yer yer korucu mevzileri vardı. Hafif bir inişten sonra köprüye girerken yolun ortasında bir su göleti gördüm. Hızımı kesmeye kıyamadım, 56 kilometre hızla suyun içine daldım. Sıçrayan sularla bacaklarımın temizlendiğini gördüm.

Siverek’e girdiğimizde insanların ilgisi görülmeye değerdi. Çocuklar çevremizi sardı. Bize nereden geldiğimizi sordular. Resimlerini çekip adreslerini aldım. Polis Merkezine gidip nerede kalabileceğimiz konusunda bilgi aldık. Urfa yolunda Gülpet Şelale Petrol İstasyonundan Salih Ustanın adını aldık. Pedallara asılıp Salih Ustayı bulduk. Kampı kurduktan sonra sıcak duş ve nefis bir kebap günün bütün yorgunluğunu aldı götürdü.

Mesafe 86 km

Süre 5.40 saat/gün

Ortalama hız 15.2 km/saat

Maksimum hız 60 km/saat

Pazar

Siverek’te sabah kalktığımızda yağmur yağıyordu ve bu sefer yağmurdan kaçacak zamanımız da yoktu. Geceden kalma yoğurt ve ekmek üzerine portakal yiyip yola çıktığımızda saat 06.30’du. yağmur altında herkes keyifsiz aka şikayet etmeden son sürat  yola koyulduk. 23 kilometre kesintisiz yağmur altında yol aldıktan sonra nihayet ufukta bulutların aralandığını gördük. Pedallara daha bir asılıp yağmursuz bölgeye vardık. Güneş tepemizde parlamaya başladı ve yola devam ettik. 12 kilometre daha gidip 35. kilometrede Hilvan’a vardığımızda önden basıp giden Gökhan, Emek Pide Fırınında fırının yanında oturmuş ve nerdeyse kurumuştu. 35 kilometreyi 1.5 saatte almıştık ve bu tüm turun rekoruydu. Biz de üzerimizdeki yaş kıyafetleri çıkarıp bisikletlerin üzerine serdik, kuruları giyip fırının sıcaklığına girdik. Ahmet Ustaya karışık pide ısmarladık ama önden hemen çaylarımız geldi. Çocuklar biber ve patlıcan getiriyor ve Ahmet Ustanın verdiği şişlere geçiriyorlardı. Kahvaltıda közlenmiş biberle patlıcan adetmiş burada. Önce pek anlayamadım ama çocukların yanı sıra büyüklerde de bir uzaklık vardı. Yabancı olan her şeye karşı bir çekingenlik hemen hissediliyordu. Daha sonra buranın Apo’nun memleketi olduğu aklımıza geldi. Pideleri çaylar kovaladı ve bizler yolcuyduk. Tekrar yola koyulduk Urfa’ya doğru. Yol sağ ve solda, çayırlık, geniş ve yeni bir yoldu. Ağaçlar nerdeyse yok denecek kadar azdı. Urfa’ya 30 kilometre kala başlayan fıstık ağaçları her iki yanımızda uçsuz bucaksız bir şekilde uzanıyordu. Bazı bahçelerde yanlarına asma da dikilmişti. Ne zenginlikti bu. Hızla geçen araçlar bize adeta yolda ne işiniz var der gibiydi. Ama biz de yolcuyduk ve yollar hepimizindi. Bizi sıkıştıracağını düşündüğümüz araçlara yol vermedik. Araç sollar şekilde bizi geçmelerini sağladık. Molasız yola devam ederken lastiğim patladı. Taktığım lastik de patlak çıktı. Neyse patlak ve ihtiyaç molasından sonra 94. kilometrede 13.30 gibi Urfa’ya vardık. Otogara gidip biletlerimizi aldıktan sonra kentte ufak bir tur atmayı ihmal etmedim. Ortalıkta tarikat üyeleri olduklarını belirtir tarzda giyinmiş insanların yoğunluğu dikkat çekiciydi.

Bu gezi ne gezisiydi diyenlere öncelikle bir spor etkinliği demek gerekiyor. Çok sıkı bir antreman ve iyi bir kondüsyon gerektiriyor. Her ne kadar Antakya’da gezi gastronomik bir özellik kazanma tehlikesi yaşasa da Antakya’dan sonra tekrar kendimize geldik. Damak tadı gözetilmeden protein ağırlıklı beslenme bu gezi için olmazsa olmazdı. Öbür türlü sonraki günler performanslarımız önemli ölçüde düşüyordu.  Aynı zamanda her türlü doğal koşula da  uyum sağlama önemliydi. Güvenli olduğunu düşündüğümüz yerlerde kamp yapmıştık. Akşam serinliğinde ve rüzgar altında bulduğumuz her suda yıkanmıştık. Zaten başka türlü de bu gezi  gerçekleşemezdi. Bu bize kendimize yönelik gerçek bir güven duygusu kazandırıyordu. Can Dündar’ın dediği gibi işin sırrı, geçmişi ve gelecek hayallerini bırakıp bir bisikletin selesinde uzaklaşabilmekti. Koltuğa yerleşmeden, 50 yaşı beklemeden, bavulu iteklemeden, önünü ardını bilmeden, bisikleti hesapsız bir yarına doğru sürebilmekti, belki de mutluluğun sırrı.

Mesafe 103.9 km

Süre 5.30 saat/gün

Ortalama hız 18.8 km/saat

Maksimum hız 52.5 km/saat

Odometre 4683

Dr.Bülent Savran

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir