Kastamonu Bisiklet Turu

Dr.Bülent Savran

Cumartesi

Uzun süren bir tedirginlikten sonra karar verildi. Kastamonu bisiklet turu gerçekleşecekti. Ankara’da arkadaşlarla buluştuktan sonra hepimiz Gökhan’ın ayarladığı Ilgaz Seyahat otobüsüne bindik. Doğrusu 6 bisikleti birden alacak bir otobüs işletmesini aklımızdan bile geçirmezdik ama olmuştu. Otobüsten Ilgaz Doğruyol Tesislerinde indik. Yol boyu yeni turlar ve Gökhan ‘ın yeni tanıştığı bisikletçi arkadaşlarının hikayeleri ile ne olduğunu anlamadan geçmişti. Herkes bisikletini hazırladı, ben de arka çantanın ayakkabıma sürten kısmını arkaya çekip bağladım. Hazırlıklar bitmeden Hasan Koşaloğlu geldi. KTM bisikleti ve her şeyi tam takım çantası ile ilk gördüğümüz anda kanımız ısındı. 58 yaşında Avusturya ‘da yaşayan, kendi deyimiyle eski ‘güleşçi’, yeni bisikletçi davranış ve konuşmasıyla tipik bir orta anadolu insanı. Bizim bisiklet gezileri hep yeni yüzlerle tanışma fırsatı da sağlıyordu. Hazırlıklar bitince öğlen güneş nedeniyle yakındaki Ilgaz ‘a gidip orada zaman geçirmeye karar verdik. Pazar kurulmuş olduğunu görünce meyve alıp Belediye Parkında oturduk. Siyah üzümü kavun takip etti. Nefis çaylara Hasan ağabeyin Avusturya- Macaristan turu projesi eşlik ederken herkes kulak kesildi.

 

Oturmaktan sıkılınca Ilgaz’da küçük bir tur attık. Amacım hafif bir bez ayakkabı almaktı. Yolda bizi turist sanan Ilgazlıların esprili laflarına hedef olduk. Rengarenk forma ve taytları içinde gezen bizler ilgi çekici nesnelerdik. Yola devam edip Ilgaz çıkışında sert parke yokuşta ter içinde pedal çevirirken yolun solunda 4-5 yaşlarındaki tatlı bir kız ‘şunlara bak aptallar’ deyince gülüştük. Gerçekten aptal mıydık yoksa heyecan arayan akıllılar mı, kişiye göre değişiyordu. 2-3 küçük yokuştan sonra Tosya’ya vardık. Pirinç Şenliği nedeniyle meydanda dev bir müzik sistemi kurulmuş ve Zara bekleniyordu. Onur Yemek Salonunda pilav gerçekten mi güzeldi, yoksa acıkmış mıydım  tam bilemiyorum. Kadınlı erkekli kalabalık bir grup banttan çalan müziğin karşısında sandalyelerde saf tutmuş, diğerleriyse sandalye taşımakla meşguldü. Yemekten sonra yol üzerinde Derinöz Vadisinde biraz ilerledikten sonra bir çeşme yanında tarlada konakladık. Çadırımı özlemişim. Gece iyi uyudum.

Mesafe 55km/gün

Süre 3.20 saat/gün

Ortalama hız 16.5 km/gün

Pazar

Sabah cimnastiğinden sonra 06.30 gibi yola koyulduk. Gece konakladığımız tarladaki dikenlerden olsa gerek Gökhan’ın lastiği patlağı ile gün başladı. Derinöz Vadisi boyunca yokuş yukarı yola koyulduk. Sol tarafımızdaki dere boyunca dikilmiş çam ağaçları oldukça büyümüştü. İlerde Küçükhacet zirvesi görünüyordu. Ilgaz Dağı bizi terleteceğe benziyordu. Yol boyu ceviz ve kavak ağaçları arasından yokuş çıktık.

Aşağıberçin’de bir evin ön bahçesinde, içinde buğday bulunan çullar üzerinde oturup kahvaltımızı yapmaya karar verdik. Rakım 1870 ve ısı 19 dereceydi, üşümemek için rüzgarlıkları giydik. Alalattin Sürücü yanımıza geldi ve sopbet başladı. Sonra evin sahibi Hüseyin Bilen yanımıza geldi, hoş geldin dedi. Kahvaltı hazırlığımızı görünce koşup evden bir sini ve leğen getirdi. Ters çevrilmiş leğen üzerine siniyi koyunca mükellef bir sofra oldu. Kahvaltılıkları çıkarırken sıcak süt ve tereyağı da geldi, soframıza konuldu. Hemen arkasında çay ve bardaklar gelince ne diyeceğimiz şaşırdık. 5 aşında bir kız çocuğu çıktı geldi, babaannesinin elini tuttu. Gel dedim, seslendim. Kucağıma oturttum. Yüzüne gözlerine baktım. Gülmeyen, gülümsemeyen bir yüz, donuk bakışlar. İçim sızladı, bir dramla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Küçücük bir yürekte, büyük acı. Kabullenmek mi yoksa isyan mi etmek lazım, bir an karar veremedim. Yaşam bazen çok acımasız olabiliyordu. Küçük kızın annesi onu 1 yaşındayken terk edip İstanbul’a kaçmış. Babaları tarlada çalışıyormuş. Aleyna ve abisi Erol’a dedeleri bakıyormuş. Bir annenin 2 çocuğunu bırakıp gidebilmesi de akıl alır gibi değildi. Anneye kızmadan önce kim bilir burada neler yaşadı diye de içimden geçmedi değil.

Kahvaltı sonrası yolcu yolunda gerek deyip tekrar yola koyulduk. Yokuş iyice sertleşince taşlı toprak yolda bisiklete binmenin imkanı kalmadı. Karşımızda Büyükhacet, yürümeye başladık. Yıllardır bisiklet turları yapardım ama ilk defa bu turda yürümek zorunda kalmıştım. 2-3 saat kadar yürüdük. Yürümekte zorlandığımız yokuşun tepesine vardığımızda Hüseyin’in “hafif bir yokuş çıktık” demesi gülüşmelere neden oldu.  Yol kenarında bulunan bahçemsi bir yeşilliğin yanında biraz soluklanıp arkadakileri beklerken Hasan abi ne olduğunu anlamadan yeşilliğin içine daldı. Yerde bulduğu gerçekten çekici yeşillikteki bir otu koparıp ağzına attığını gördüm. Ben de açtım ama doğrusu yemeğe cesaret edemedim. Rakım 2200’de yorulunca Büyükhacet Dağının eteğinde mola verip Küçükhacet’e baktık. Bisikletlerde kalan yiyecekleri çıkarıp yedik. Köy ekmeği ve su çok lezzetli geldi.

Aşağı inerken Gökhan’ın tekrar tekerleği patladı. Tamir ederken Hasan abi kendini iyi hissetmediğini söyledi. Aklıma bir süre önce yediği yapraklardan dolayı zehirlenmiş olabileceği geldi. Grupta iki doktorduk ve hemen kusmasını söyledik. Kusamayınca parmak at dedim, yapamazsan ben yaparım deyince benden korktu, midesini boşalttı. Biraz kendine gelince tekrar yola çıktık. Biraz gidince dik iniş ve keskin viraj, yan yana gelince, olan oldu. Ön tekerlek kaydı ve Muammer düştü. Tekrar durduk. Hilmi Muammer’i soyup sırtının sıyrılan yerlerine betadin sürdü.  Muammer’in pansumanı sürerken Alp’de biraz önce kendisinin de düştüğünü söyleyip pansuman talebinde bulundu. Hastalar Hilmi’nin önünde sıraya girdiler. Hasta ve doktor manzarasını Hasan’ın Hilmi’yi günün yıldızı ilan etmesi tamamladı. Hasan’ın  özdeyişleri geziye renk katıyordu. “Yatmayınen yare varılmaz, gecenin yastığı taş olmayınce”. Yola devam edip biraz daha gidince Gökhan’ın tekerleği tekrar patladı. Bu sefer dış lastik dikkatlice kontrol edilince küçük bir tel parçası çıkarıldı.

Kastamonu’ya 23 kilometre kala sağa girip 1 kilometre içerde Set Alabalık Tesislerinde alabalık yemeye karar verdik. Tesisin  300 metre ilerisinde derenin kenarında kamp kurduk. Derenin soğuk suyunda rahat rahat yıkanıp, çamaşırlarımızı da yıkadık. İşimiz bitince çevredeki çöpleri toplayıp taşıma imkanı olmadığından yaktık.

Siparişlerimizin hazırlanmasını beklerken mızıka çalan Hilmi’nin yanına gittim. Önündeki müzik kitabındaki notalara bakarak çalıyordu ve türkülerin mızıka için çok uygun olduğunu anlattı. Elindeki küçük mızıkayı çalarken acemiliği hemen belli oluyordu.  Yanındaki yine küçük Japon Go oyun kitabına şöyle bir göz attım. En eski arkadaşlarımdan biriydi ve tam bir entelektüeldi. Ve iyi bir norölogdu.

Akşam yemeğimiz neşe içinde geçti. Kamp yerine döndüğümüzde çöp yakma işlemi bir süre daha devam etti. Ateşin kenarında toplanıp bir süre sohbet ederken yorgunluk ağır bastı. Su şırıltısını dinleyerek uyudum. Çevreden yoğun bir ot ve çam kokusu geliyordu. Günün yorgunluğu ile birleşince yüzüm gülüyordu.

Mesafe 43.5 km/gün

Süre 5.2 saat/gün

Ortalama hız 7.6 km/saat

Pazartesi

Gece sırtıma batanı sabah buldum. Güzel ve ufak bir kozalaktı ve içinde bulunduğum müthiş manzaranın bir anısı olarak çantama koydum. Sabah egzersizinden sonra biraz de zeybek figürleri eğitimi aldık. Hüseyin bir halk dansları hocasıydı ve bize de bazı şeyleri öğretmeye söz verdi. Yola çıktığımızda asfalt yolun keyfine, Hasan’ın marşları eşlik etti. 7 bisikletli, çoğu düzlük 23 kilometrelik yola koyulduk ve Kastamonu’ya vardık. Susak Kafede kahvaltı yapmaya karar verdik. Her geziden önce 1 şişe kırmızı biber ve kekik ile karışık doğal zeytinyağı getirmem gelenek olmuştu. 20 yumurta, 2 kilogram peynir, 2 kilogram soğan ve benim zeytinyağı üzerine çaylar. Kahvaltı bitince benim tekleyen vitese Muammer el attı, ustalığını gösterdi. Muğla’da yaptıramadığım ayarı yapıverdi.

Kahvaltıdan sonra bisikletin sallanan selesi için Uysal Bisiklete gidip bir adet somun taktırdım. 50 kuruş çıkmayınca İzzet’e teşekkür edip bir adet bisiklet çıkartması verdim “Yollar Hepimizin Paylaşalım”. Kalvaltı yaptığımız Kafenin sahibi Tahir beyin çaylardan para almaması ödeyeceğimiz paranın ötesinde, sadece bize değil yaptığımız işe de bir ilgiyi gösteriyordu.

Yola devam deyip biraz yorulunca su molası verdik. Hasan miğferleri giyecek miyiz diye sorunca Gökhan “miğfer giy” komutu verdi. Yol inişti ve kask takma zorunluluğu vardı. Hasan’ın deyişleri geziye renk katıyordu. Hasan yerde bir yaprak buldu, Hilmi’ye uzatıp bu yaprak neden böyle diye sorunca Muammer yaprağa bakıp tam yenecek yaprak deyince yıkıldık. Güneşin altında uzun bir sürüşten sonra Daday’a vardık. Özkan Kıraathanesinde çay molası verdik.

Karaçam ve meşe ormanları arasından son derece dik bir yokuşta tepemde güneş, yüzümden ter fışkırarak yokuş çıktık. Ballıdağ Göğüs Hastalıkları Hastanesinin önünden geçerken hiçbir canlılık belirtisi göremedim. Trafiğin nerdeyse olmadığı yokuşu çıkarken yine kendimle başbaşa kaldım. Aslında hem kendimle, hem de diğerleriyle birlikteydim. İnsanın ara sıra kendi kendine kalması ve iç hesaplaşması bence güzeldi. Ancak bunun yeri, rakı sofrası değil, benim için Ballıdağ yokuşu olmuştu. Kavakyayla Orman Deposu önünde arkada kalanları beklemeye koyulduk. 9 kilometre çıkmıştık ve galiba bir o kadar daha vardı. Rüzgarın ağaçlardan gelen uğultusunu dinleyip, çam reçine kokusunu içimize çektik. Hepimizin yüzü gülüyordu.

Bitki örtüsü 20-30 metrelik sıkı göknar ormanının içinde tek tük fındık ağacına döndü. Göknar ağaçlarının görünümü gerçekten etkileyiciydi. Kan şekerim düşünce çantadaki gofreti yedim ve Alp’in arkasında yokuşu çıkmaya devam ettim. Rakım 1500 metrede 14 kilometrelik daha da sıkı bir yokuştan sonra zirvedeydik. Artık Azdavay’a kadar sadece iniş ve düzlük bir yol kalmıştı.

Sorucaova Orman Deposuna vardığımızda hepimiz sözleşmiş gibi durakaldık. Akşam çökmek üzereydi ve vahşi olduğu kadar müthiş de bir manzarayla karşı karşıyaydık. Yolun hemen üzerinde bir çeşme vardı ve çevremiz el değmemiş ormanlarla çevriliydi. Kampı kurup hafif alacakaranlıkta çeşmenin gerçekten buz gibi suyunda çığlıklar atarak yıkandık. Yiyecek herhangi bir şey yoktu yanımızda ama sorun değildi. Manzaranın etkileyiciliği ve bir daha burası gibi bir yerde konaklayamayacağımız düşüncesi hepimizi etkisi altına almıştı. Akşam çöktükten sonra çadırların hemen üzerinde bir ateş yaktık. Kenarında otururken uzaktan bir ışık belirdi. Gelen bir kamyonetti. Hasan koşup kamyonetin yolunu kesti, ekmek istedi. Ateşin yanına bir adet kavunla döndü. Nerdeyse kabuğunu bile yiyecektik. Yaşamı böyle tesadüflerle yaşamaya hazır olmak başkaydı. Lüksümüz yoktu. Suyumuz soğuk, yemeğimiz yoktu ama keyifliydik.

Mesafe 86.7 km/gün

Süre 5.5 saat/gün

Ortalama hız 14.6 km/gün

Salı

Sabah kuş sesleriyle uyandım, uzaktan gelen çam kokusunu içime çektim. Vahşi bir orman içinde uyanmak müthiş keyif vericiydi. Hasan’ın sabah türküsü ile herkes harekete geçti. Uyku tulumları ve matlar dürüldü. Ortalık biraz aydınlanınca herkes fotoğraf makineleri ile dışarıda, çadırların ve bir gün önce yıkandığımız yalağın resimlerini çektik. Çadırın yanına döndüğümde arka tekere baktım, inmiş. Bir gün önce şişirmek zorunda kalmıştım. Söküp yeni bir lastik taktım. Bu arada öten kuşların cinsi hakkında türlü iddialar dolaştıysa da hangi kuşa ait olduğunu kestiremedik. Ben baykuş ve bülbül dedim, diğerleri başka teşhislerde bulundular. Bir gece önce fazla yememiş olduğumuzdan açlık ağır bastı. Hasan önden kahvaltıyı hazır etmek için ilk köyde bizi beklemek üzere yola çıktı. Eski güreşçi, inanılmaz derecede güçlü bir fiziğe sahipti ve 4 torun sahibi bir dedeydi. Çok sık acıkıyordu ve bir ara fazla yediği için kasaya fazla para vermeye kalktığında Gökhan’ın “büyük konuşma abi” demesi espri konusu olmuştu.

Yola çıktık. Göknar ağaçları her iki yanımızda bütün görkemiyle uzanıyordu. Ara ara fırdık ağaçları koyu yeşili açık yeşile döndürüyordu. Boyalıca Köyü kavşağında köy tarafından gelen Kazım’a yolun nereye gittiğini sorduğumuzda, önce bizim nereye gittiğimiz sorusunu cevaplamak zorunda kaldık. Güneş yeni yeni yükselmeye başladı, hafif bir esinti kulaklarımızda 14 kilometre kadar indik. Ümitler Köyünde Cemil’in evinden ücreti karşılığı 20 yumurta ve ekmek aldık. Çay için yumurta ve ekmeği çantaya koyup Azdavay’a indik ve Bülent’in Kahvesinin önünde kendimize bir ziyafet sofrası kurduk. Yumurta, tereyağ, pekmez, peynir, zeytin, süt ve ekmek. Ne yiyeceğimizi şaşırdık, çaylar geldiğinde yüzlerde memnuniyet ifadesi okunuyordu. Kahvenin sahibi Mustafa Eryılmaz geldi, yanımıza oturdu. Sohbete koyulduk. Yolun karşı tarafından geçen kadınların rengarenk yöresel elbiseleri dikkatimizi çekti. Azdavay’da belediye CHP deymiş. İnsanlar genellikle modern görünüşlü, bazı kadınların geleneksel kıyafetleri ise dikkat çekiciydi.  Yola çıktığımızda yine mideler sonuna kadar şişti. Nedense açken ne yediğimi bilmem. Yemek sırasında çevrem tarafından çok yediğim söylenen ben, Hasan tarafından az yemekle suçlanmaya başladım.

Uzunca bir yol katettikten sonra sıcağın da etkisiyle grup dağılınca üzerinde sure yazılı bir çeşmede mola verdik. Çeşmenin çevresindeki inekler de ara sıra yanımıza gelip su içiyorlardı. Toprak üzerinde 1 saat kadar yattık ve nerdeyse uyumuşum. Yoldan duran bir araba sesi ile kalktım, aynı rengarenk kıyafetleri ile 3 kadın ve 2 erkek gelip çeşmeden su içtiler. Şaban İstanbul’da kapıcı imiş ve kayınpederini ziyarete gelmişler. Kayınpederinin isteği ile hanımı bu kıyafetleri burada giydiğini, İstanbul’da normal kıyafetlerini giyindiğini anlattı. Nerdeyse hemen her renkten fistan, önlük, takke, kuşak, yelek, şalvar. Çöpleri topladık, Gökhan yaktı.

Sure yazılı çeşmede 1 saat yattık. Toprak üzerinde nerdeyse uyumuşum. Neyse yine yokuşa koyulduk dolu mideyle. Zaten Pınarbaşı’da çok uzak değildi. Sıcak havada yokuşu 22/32 ile çıkarken yolun solunda bir çeşmede durduk. Buz gibi ve lezzetli sudan kana kana içtik. Bir süre daha yol gittikten sonra sonra Pınarbaşı’na vardık. Yolun sağında restore edilmiş  bir eski konak dikkatimi çekti. Paşa Konağı Doğayı Koruma Derneğince restore edilmiş ve otel olarak kullanılıyormuş. Ahmet Keleş beyden biraz bilgi aldık. Paşa lakablı vurduğu vurduk, kırdığı kırdık 200 yıl önce yaşayan eski sahibini hayal etmeye çalıştım. 2 hanımı varmış. 2000 yılında torunları tarafından 5 milyara satılmış. Vali ve Kaymakamlık satın alıp işletmeye açmışlar.

Pınarbaşı’nın içine girip Köşem Kıraathanesine oturduk. Cemal Çiçek, emekli öğretmen Hamdi Özkan’la oturup sohbet ettik. Hasan’ın pehlivanlığından, yokuşları nasıl çıktığımızdan, soru soruyu kovaladı. Akşam için tavuk ve diğer yiyecekleri alıp Ilıca Şelalesine gidip ovada konaklamaya karar verdik. Çevremiz Pınarbaşılılarla çevriliydi. Yol konuşundaki konuşmalar tartışmaya döndü. Birinin dediğini birininki tutmuyordu. Neyse tekrar yola çıktık. Kısmen yokuş kısmen düzlük ve en sonunda çok dik bir inişle Ilıca Şelalesine vardık. İnişin ortasında bir çeşme yanında durduğumuzda aklımıza cantları kontrol etmek geldi. Dokunduğumda elim yandı. Mataradaki suyun bir kısmını tekerlere boşalttım ama sonra çeşmeden su akmadığını görünce pişman oldum. Şelalenin göleti çevreden gelen gençlerle doluydu, bira içip soğuk suya giriyorlar ve sonra bire şişelerini kırıyorlardı. Sorunca içlerinden bazılarının askere gideceğini söylediler. Soğuk suda yıkandık ve sonra ateş yakıp tavukları pişirdik. Nefis bir ziyafet olmuştu, ancak yine ölçüyü kaçırıp fazla almıştık tavuğu. Kalanları da pişirip ekmek arası yaptık ve gece en geniş çadırda benim çadırda kalacaklardı. Yemekten sonra ekip canı çay çekince köye kadar yürüdüler. Kamp yerinde tek başıma kaldım. Bir taraftan da közde patates pişirme işini üstlendim. Hepsi gittikten sonra közün cılız ışığı ve kör karanlığında baş başaydım. Unutulmuş 2 parça daha tavuk daha varmış, onu da attım ocağa. Parkın girişindeki uyarı levhası aklıma geldi. Kurt ve ayı resmi vardı giriş kapısında. Kokuyu duyup gelen olursa karnını doyurur diye geçirdim içimden. Ateşi güçlendirip yanıma sağlam bir sopa aldım, ışığımı yaktım ve günün notlarını yazmaya koyuldum.

Mesafe 55.8 km/gün

Süre 3.5 saat/gün

Ortalama hız 13.9 km/gün

Çarşamba

Gece iyi uyudum. Sabah 07.00’de çantaları toparlayıp, bisikletle birlikte patika yoldan yürümeye başladım. Bazı yerlerde bisikleti itmeye gücüm yetmeyince biraz gerileyip hız kazanıp tekrar ileri atıldım. Ilıca Köyüne geldiğimde derin sessizlik dikkatimi çekti. Uzaktan uzağa çıngırak ve kuş sesleri geliyordu. Uzaktan gelen bu seslerin bu kadar net duyulabilmesi hoşuma gitti ve bana köyün görüntüsünü tamamlayan önemli bir öğe gibi geldi. Bu arada renkli kıyafetleri içinde bir kadın ilerdeki evin önüne geldi. Fark ettirmeden uzaktan köy görüntüsü içinde bir resmini aldım. Biraz sonra arkadaşlar da geldi ve yola devam ettik. 22/32 dişli ile dün jantları yakarak indiğimiz 2 kilometrelik yokuşu tekrar çıktık. Valla Kanyonuna dönerek yol kenarındaki bir çeşmeden su aldık.

Yokuş bitmeden Hasan yolun sağında bulunan 2 köylü ile uzaktan konuşurken kahvaltıya davet edildik. Satı Çetin, 10 yıl önce hanımı ölünce yalnız kalmış. 61 yaşındaymış ama kendi işlerini yapıyormuş, komşular da kendisine yardımcı oluyorlarmış. 1959-61 arası bu ahşap evi yapmış. Merdivenler ve odaların mimarisi müthişti. Ne zamandır Çengelköy’de oturuyorsun diye sorunca, “anam beni burada çıkarmış” dedi. Satı ismi buralarda erkek adıymış. 2 çocuğu İstanbul’da Balıklı Rum Hastanesinde çalışıyormuş. Köyde gençler kalmamış, hepsi İstanbul’dalarmış. Astım hastasıymış ve ventolini Pınarbaşında yazdıramıyormuş. Eskiden evlerde bahçe işleri, hayvan varmış, şimdilerde kimse bahçe yapmıyormuş. Kışın kar 1.5-2 metreyi buluyormuş.

Kısa da sürse bu ihtiyarın yalnızlığını  paylaşmış, onun yaşamına ortak olmuştuk.

Kahvaltıdan sonra tekrar yola koyulduk, içim sızladı ayrılırken.  Geriye doğru evine, küçük bahçesine baktım. Domatesleri kızarmış, soğanlar tohuma kaçmıştı. Biz yaşamı gezgince yaşıyorduk, o durağan.

Bacaklar yol gitmem diyordu. Yine en üst vitesle ağır ağır yol aldık. Yemekten sonraki sürüşler hep böyleydi.

Valla Köyüne vardığımızda bizi müthiş bir manzara ve rüzgar bekliyordu. Tepede bir evin bahçesine bisikletleri koyup, 70 lik Hasan Sansar’a emanet ettik ve Valla Kanyonuna indik. 300 metrelik rakım düşüşüyle kanyona vardığımızda bizden başkaları da oradaydı. Suya giren çocukların çığlıkları çevreyi kaplıyordu. Bir süre suya girip kendimi akan suyun masajına bıraktım. Çamaşırlarımı yıkadım. Sonra da büyükçe bir kayanın üzerine çıkıp sıcak kaya üzerinde yattım. Ayakkabımı çıkarıp yastık yaptım. Gökyüzüne bakıyordum, gökyüzünde yüzen bulutlara. Uçtuğumu hissettim, sanki hareket eden bulutlar değil de bendim. Derken uyumuşum, bizimkilerin sesine uyandım. Sonradan arkadaşlar kayanın üstünden horlama sesi geldiğini söylediler.

Tekrar yola koyulup Kirpi Köyüne yarı yürüyerek yarı bisikletin üzerinde  vardığımızda saat 18.30 olmuştu. Yollarda sağlı sollu kesilmiş kütükler, bize mis gibi ahşap kokularını yayıyordu. Caminin altında misafir için ayrılan yerde çadıra gerek kalmadan yatmaya karar verdik. Hasan yanımızdaki 1 paket bulguru bir köylüye verip pişirmesini rica etti. Bizim banyo ve çamaşır faslı bittikten sonra bir saat geçti geçmedi, bir tencere bulgur pilavı ve bir bakraç da yoğurt geldi. Karınlarımız doyunca herkes matını, uyku tulumunu kapıp bir köşede uyuyakaldı.

Gece yatmadan önce laf döndü dolaştı, eski tur hikayelerine geldi. Hasan’ın 3 kez hacı olduğu ortaya çıktı. Ümreye bir bisiklet turu yapıp yapamayacağımız konusunu tartıştık.

Gece horlayanlar olduysa da iyi uyudum. Sabah uyandığımızda herkesin yüzü gülüyordu. Hasan bir köylüden yumurta isterken caminin imamı Yusuf Çoban ziyaretimize geldi.

Mesafe 31 km/gün

Süre 3.4 saat/gün

Ortalama hız 8.2 km/gün

Perşembe

Taşlı yolda ilerlemeye devam ettik. Çevremizde meşe ve karaçam ormanları ormanları uzanıyordu. Yeni yetme çamlar güzel görünüyordu. 7 kilometrelik toprak yol tırmanışı sonunda ekibe bir de köpek katıldı. Bizimle birlikte bizim hızımıza uyarak yürüyor, sapaklarda bizi bekliyordu. Hasan adını Kıtmir koydu. Çevremiz fındık ve göknar ağaçları ile çevrili ve kuş seslerini dinleyerek nihayet tepeye vardık.

Bir düzlükte oturup ateş yaktık. Biraz köz olunca ateşin altına patatesleri yerleştirdik. Yufka ekmeğinin arasına da zeytinyağı döküp yumurta sardık, suyumuzu içtik. Kıtmir hala yanımızdaydı. Biraz yemek de ona verdik. Bu arada iyi beslenmiş yılki atları geldi yanımıza. Bisikletlere çok yaklaşınca kovaladık, düşürürler diye. Kıtmir de yardım etti. İnişe geçince bir çeşme yanında durdum. Bir ağılın yanındaydı ve çeşmenin hemen altında üzeri çam dalları ile kapalı yapay bir havuz olduğunu ve bu havuzun içinde süt güğümleri bulunduğunu gördük. Doğal bir buzdolabıydı.

Adeta eğrelti ormanı içindeydik. Görüntü gerçekten etkileyiciydi. Bitki örtüsü giderek Akçaağaç ve göknara dönüştü. Yol üzerinde at ve ayı izlerini takip ederek tırmanmaya devam ettik. Tepede bir yerde ağaç kesim işçilerini gördük. Bize çay teklif ettiler.

Yola devam ettik. Şampazarını geçince Gürpelit köyünde bir evin önünde durup arkadakileri beklerken ormancı Fikri Işık ile tanıştık. Bizi evine davet etti. Önümüze mükellef bir sofra koydu. Yol boyu gördüğümüz tüm kesilmiş ağaçların sunta yapımı için Şampazarı’na götürüldüğünü söyledi. Evde kimsenin yemediği erik reçelini açınca, tekrar tekrar tabağı doldurmak zorunda kaldı. Bahçede yetişmiş biber, domates, salatalık, soğan, hepsi çok tazeydi.

Sofrada iki hekim olunca söz döndü dolaştı hastalıklara geldi. Hatice hanım hastaymış, 2 ameliyat geçirmiş. Biraz kilo almış, ancak şimdilerde biraz daha iyiymiş. Hilmi ile ameliyatların biraz da mali endikasyonlu ameliyatlar olduğunu düşündük. Tıka basa tok kalktık sofradan. Kıtmir de bu arada karnını tıba basa doyurdu.

Akşam karanlığı çökerken Cide’ye 12 kilometre kala bir çeşme başında konakladık. Peştemalleri sarıp yıkandık, çamaşır yıkadık. Ve en önemlisi resim çektik. Yemeğimiz yoktu, Fikri beyin evinde fazla yemiştik ve hadi akşam yemeğini de yemeyelim dedik. Ateş yakıp bir süre oturduk, eski geziler, gelecek projeler, hastalık hikayeleri derken Kıtmir’den açıldı söz. Kıtmir bütün gün yanımızdan ayrılmadan bizimle yolculuk yapmıştı ve 48 kilometre katetmişti. Hasan sayımızın 7 ve bir de köpeğimizin olduğunu, bunun bir anlamı bulunduğunu söyledi. Mısır firavunundan kaçan 7 kişi ile köpeklerinin Eshabı Keyf’de bir mağarada 309 yıl süren uykuları ve uyandıktan sonra süren öykülerini anlattı. Öykü hepimizin hoşuna gitmişti ve biz 7 uyuyanlar herkes çadırına çekildi. Şişme matımı şişirdim ve uyku tulumunun içine girince ısındım. Işığı yaktım bir süre, çadırın içini gözden geçirdim. Kocaman evrende küçük bir nokta bile olmadığımı düşündüm. Yolcuydum ve yolculuğun keyfini sürüyordum. Bir bisiklet ve kamp malzemelerinden oluşan bu nokta, harita üzerinde uzun mesafeleri kat ediyordu. İnsanı gerçek anlamda mutlu eden şeyler aslında gerçek ihtiyaçlarımızdı ve maliyeti de ucuzdu. Uyuyakalmışım..

Mesafe 48.3 km/gün

Süre 5.15 saat/gün

Ortalama hız 9.5 km/gün

Cuma

Sabah kalktığımda Kıtmir Hasan’ın çadırının yanında yatıyordu. Geceki çiğden çadırların dışı ıslanmıştı. Çadırları topladık, bisikletlere yükledik. 12 kilometrelik inişle Cide’ye vardık. Yol boyu gözüm arkadaydı. İnişte bisikletlerin arkasında kalan Kıtmir’i beklemek zorunda kaldım. Yolun bir sağından bir solundan kestirmelerden koşuyordu ve araçlara da yaklaşmıyordu. Belli ki tecrübeli bir köpekti. Beklemeden devam etsem yolda kalacağı kesindi. En azından Cide’ye kadar bizimle gelip orada birilerine emanet etmeyi düşünüyordum.

Karadeniz kıyısındaki Cide’nin girişinde Gökçen Market’ten çıkan akça pakça bir hanımın biz bisikletli gezginlere günaydın demesi Cide’yi sevmemize yetti. Parke döşeli sokakları ve güzel ve güleç kadınları ile sevimli bir belde ama en önemlisi Rıfat Ilgaz’ın memleketi. Kırtasiyeci Metin Gürsoy’la tanıştık. ADD’yi eşi ile birlikte kurmuş bir aydın. Rıfat Ilgaz’ın oğluna kızıyordu, oğul Aydın Ilgaz “Cide’liler babama hapishaneyi uygun gördüler” demiş. Bunun yanlış olduğunu, Cide’lilerin Rıfat’a sahip çıktığını söylediler. Yıllar önce Sarıyazma kitabını sattığı için tutuklanmış. Askerler kırmızı renkte ne kitap buldularsa toplamışlar. Bir arkadaşı “kitap yakılan ülkede, bir gün gelir insanlar da yakılır” demiş. Nüfusun neredeyse yarısı yazlıkçıymış ve İstanbul’a dönmüş.

Kıtmir’e de fırından 2 ekmek ve 1 kilo da süt aldık. Dün 50 bugün 12 kilometre koşmuştu. Günlerdir aç görünen hayvan ekmeğin birini sütle birlikte hemen yaladı yuttu. İkinciyi yiyemedi. Onu da biz yedik. Karnı doyunca uyku ağır bastı. Metin Kıraathanesindeki kahvaltıdan sonra patlak lastikleri tamir ettik ve sarıyazma almaya gittik. Pazar kurulmuştu ve herkes Pazar arabasıyla alışverişe gidiyordu. Ayrılık vakti geldiğinde Kıtmir bisikletlerin yanında uyuyordu, artık daha fazla bizimle gelmesinin gereği yoktu. Buradaki sokak köpeklerine bakılırsa herkes hayatından memnundu. Yiyecek boldu ve Kıtmir’de akıllı bir köpekti. Sahip bulamamıştık ama burada kalması en iyisiydi. Ayağımızın ucuna basarak onu uyandırmadan bisikletlere atlayıp yolu koyulduk. İçim burkuldu, bir gezgin dostu geride bırakmıştık.

Cide çıkışında bir süre gidince, yolun sağında Hasan’ı denize girerken buldum. Acele mayosunu giyip kendini denize atmış. Dağlarda yokuş çıkarken deniz kenarına varınca kendini denize atacağını söylüyordu. Bir süre yüzdü, sonra bisikletle Gökhan’ın arasında mayosunu değiştiriverdi. Her şeyi çarçabuk yapıyordu zaten.

Bir süre daha yol kat ettikten sonra yolculuğumuz ilk ayrılığını yaşadı. Hasan’ı otobüsüne bindirdik. İçimiz burkuldu, nerdeyse bir haftadır beraberdik ve bunca yolu kat etmek onu tanımamızı da sağlamıştı. İçten ve doğal, dede ama içi çocuk. Her koşulda yaşayan, ne bulursa onu yiyen biri. Grubumuza yeni katılmıştı ama bizden biri olduğunu hissettirmişti bize. Geziye damgasını vurmuştu. Zaten insanı tanımanın en iyi yollarından biri de seyahat etmek değil miydi.

Oğlumun hastalığı ve bir başka program nedeniyle benim de bir gün erken ayrılmam gerekti. Amasra’ya kadar pedal basıp oradan otobüse binmem gerekiyordu. Sıkı pedal basarsam akşama ancak varabilecektim. Kurucaşile ayrımında arkadaşlarla vedalaştım. Bu arada Hüseyin’de bana katılmaya karar verdi. Grubun kalanı Kurucaşile’de kamp kurmaya karar verdiler.

Yola devam ettik, yol boyu her düzlükte sağlı sollu çöp yığınları uzanıyordu. Fındıklar toplanmış ve kurumaya serilmişti. Ekmek- helva yemek için çay molası verdiğimiz kahvede de fındık tartışması yapılıyordu.

Yol çok dik yokuşlar ve aynı diklikte inişlerden oluşuyordu. Adeta 22/32 ile çıkıp vites değiştirmeden tekrar deniz seviyesine iniyorduk. Ara ara gölgede durup Hüseyin’i bekledim.

Yokuşlara devam dedik. Bir süre sonra artık bisikletten inip yürümek geldi içimden, neyse ötede bitiyor dedim kendi kendime. Su gibi terliyordum. Ancak virajı dönünce ne göreyim, yokuş daha sert şekilde sürüyor. Durup dinlendim. Karadenizin dağlarına söylendim. Devam edip Kanatlı’yı geride bıraktım. Yolda yürüyen tek tük insan beni bir şeye benzetemiyordu. Benzeten de “hello”  diye bağırıyor. Tek avuntum arkadan ve sert esen rüzgardı. Belki de sıcak esiyordur kimbilir. Ben o kadar terledim ve sıcakladım ki, bana serin geliyordur.

Çakraz’dan sonra Bozköy’ün yokuşu ise evlere şenlikti. Uzaktan görünen yol önce insanın moralini bozuyordu. Bir soluklanayım dedim, tekrar bisikleti kaldırmakta zorluk çektim. Yola dik olarak ancak ancak tekrar binebildim. Yokuşu bitirmek için sadece iyi bir kondüsyona sahip olmak değil, epeyce bir sabır da gerekiyordu.

Yol kenarındaki koyu mor mürdüm erikleri görünce yola da Amasra’ya da boş verip  bisikleti kenara çektim. 3-4 ağaç kısmen kurumuş erik ile dolu ve galiba kimse de el atmamış, beni bekliyorlarmış. Kirli temiz demeden ağzıma ilk anda kaç tane attım ben de sayamadım. Bir taraftan yerken bir taraftan da formanın arka cebine ve kaska belki 1-1.5 kilo erik doldurdum. Bu arada Hüseyin çıkageldi. Eriklerin yanında beni görünce sevincine diyecek yoktu. Ankara’dan telefon  geldiğini, bugün Ankara’ya dönmesi gerekmediğini, Amasra’da grubu bekleyip turu bitirmek istediğini söyledi. Ben de bunun üzerine onu beklemeden hızlı bir şekilde Amasra’ya pedal bastım.

20-25 kilometre kadar gittikten sonra nihayet uzaktan Amasra batan güneş manzarası içinde belirdi. Bozuk yoldaki otomobillerin kaldırdığı toz bulutunun dinmesini bekleyip resim çektim. Ve kavşakta yolun geçilemez olduğunu söyleyenlere, yürüyerek geçilir mi deyince önce şaşırdılar ve “yürüyerek geçiliyor” dediler ama “sen geçemezsini” de eklediler. Geçilmez yoldan Amasra’ya doğru son gücümle pedal bastım. Daha fazla beklemeye tahammülüm yoktu. Yolda birkaç otomobil beni geçse de biraz ilerde bozulan yolda ben onları tekrar geçtim. Bir köprü inşaatı vardı ve yolda çalışan dozer yürüyenler için çalışmaya ara verince ben de bekleyenlerle birlikte yürüyerek karşıya geçtim. Yokuş aşağı hızlı bir inişle artık Amasra’daydım ve bu benim buraya bisikletle ikinci gelişimdi.

Gündüz otobüslerini kaçırmıştım ve 22.30 otobüsünden bilet alırken Hüseyin’de telefon edip Amasra’da yaklaştığını ve benimle Ankara’ya dönmeye karar verdiğini haber verdi. Otobüs yazıhanesi aynı zamanda bir otel işletmesiydi ve bize ricamız üzerine duş imkanı da verildi. Sıcak duştan  sonra birer çorba ve gözleme biraz fazla geldi ama yapacak şey yoktu, yedik. Tek başına olmaktansa Hüseyin’le beraber dönmek benim de hoşuma gitti. Tam bir gezi arkadaşıydı, sorunsuz, doğayla, kendiyle barışık.

Bizim gezilerin bir amacı da, grup üyelerinin kendilerini ve diğerlerini tanımak olduğu kadar doğa ile de barışık yaşamayı öğrenmekti. Bu geziler doğal koşullar ne olursa olsun su bulduğumuz her yerde yıkanmayı, çadır kurup uyumayı, bulduğunu yemeyi ama yerleşim yerindeysek protein ağırlıklı beslenmeyi, her koşulda çamaşır yıkamayı, günün tüm yorgunluğu üzerimizde iken kamp kuracağımız yere yaklaşırken son yokuşta yine de gülebilmeyi öğretiyordu.

Yorgun ama mutlu bir gezi de böyle bitti…

Dr.Bülent Savran

Yorum
  1. Abdullah Özdoğar

    Eşim Kastamonu’lu ve ben de bir amatör bisikletsever olduğum için yazınızı ilgiyle okudum.Hem gezinizi hem de yazdıklarınızı çok beğendim.Edebi bir gezi yazısı olmuş adeta.Her yaz ailece Kastamonu’nun Araç ilçesine gideriz.Bu yaz bisikletimi de götürmeyi düşünüyorum. Orada bisiklet dostları bulabilir miyim bilmiyorum.Araç ‘ta da müthiş doğal güzellikler var. Yalnız pedallamayı da göze alıyorum ama köylerde köpek çok ve ben köpeklerden korkuyorum.Sizlere saldıran köpek oldu mu ?bilmiyorum.Hatay’dan selamlar

Bir Cevap Yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir