GEZİ NOTLARI – Muğla Bisiklet Derneği https://www.muglabisiklet.org Thu, 04 Aug 2022 19:17:22 +0000 tr-TR hourly 1 İzmir Bafa ve GBT 2012 https://www.muglabisiklet.org/izmir-bafa-ve-gbt-2012/ https://www.muglabisiklet.org/izmir-bafa-ve-gbt-2012/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:20:47 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=67 İzmir’den Muğlaya (250 km) 3 günde pedallarız diye planladık. Ekip sağlam olunca jant teli kopmasına ve tamir için epey vakit kaybetmemize rağmen 2 günde ulaştık. (Söke’deki bisiklet servisi, pazar günü olmasına rağmen, Muhlis Dilmaç aracılığı ile bizim için dükkanı açtı. Muhlis’e teşekkür ediyoruz) .Yolda Bafa gölünde üstü kapalı bir mekana girdiğimizden 2 dakika sonra sağnak yağmur başladı. Şanslıymışız. Ekipte Osman hariç, hepimiz kamp malzemesi taşıdık, 7 gecelik konaklamanın sadece 2 günü çadır kurabildik. Kalan günlerde yağmur nedeni ile kapalı mekanlarda uyuduk. Osman hepimizle bol bol dalga geçti. Milas’ta, İstanbul’dan sıkılıp Milas’a yerleşen, çocukluk arkadaşım ve diş hekimim Erdem’in muaynehanesine uğradık. Muaynehanede sıvı ne varsa hepsini tükettik. Milas Yatağan arası yol felaket bozuktu. Özellikle yokuş tırmanırken, ekipin yarısı kendilerini ısrarla taşımak isteyen minübüsçünün cazip teklifini kıramayarak, bozuk yokuşları bizi araçtan seyrederek çıktı. Muğlaya 1 gün erken varınca, Yenice Kuyucak üzerinden nefis manzaralı sıkı eğimli yollardan Gökovaya indik ve Sakar geçidinden tekrar yukarı tırmandık. Muğla da 4 kişilik odada kalırken horlamadığını iddia eden arkadaşımızın muzik kayıtlarını tuttk, yakında yayınlarız. Gökova Bisiklet Turu her zamankinden daha kalabalık idi, ama biz kalabalığın farkına varamadık, hep grubun en sonundan parkurun keyfini çıkartarak pedalladık. Ören de bir klasik haline gelen balık fasıl rakı olayını Osman beyin organizasyonu ile gerçekleştirdik. Gördüğümüz her dut ağacında durduk ve tadına baktık. Datça Marmaris arasında Hüseyin Hollandalı Eric ile tandem bisiklette yol aldı. (Eric 3 gün üst üste bayanları arkasında taşımaktan yorulmuş, arkaya oturacak güçlü kuvvetli birisini arıyordu, önce bana teklif etti, arkada kondisyon bisikleti kullanıyormuş gibi gitmek cazip gelmedi, neyseki Hüseyin gönüllü oldu.) İki kuvvetli bisikletçiyi arkalarından takip eder rüzgarlarına gireriz diyorduk ama çok güçlüydüler, takip etmeye gücümüz yetmedi. Tandem gerçekten çok hızlı gidiyor. Gökova Bisiklet Turunu büyük bir özveri ile gerçekleştiren, Bülent, Adnan, Feridun ve Sezai beye çok teşekkür ediyoruz. Emeklerine sağlık.
Gürcan Yılmaz

]]>
https://www.muglabisiklet.org/izmir-bafa-ve-gbt-2012/feed/ 0
Sihirli Tur https://www.muglabisiklet.org/sihirli-tur/ https://www.muglabisiklet.org/sihirli-tur/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:12:22 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=51 Bisiklete binen insanlar mutlu olurlar.
Çünkü
Bisiklet bedeninizdeki negatif enerjiyi alır. Doğa ile barışık oluşundan beslenen bir huzuru aktarır insana. Bisiklet ile yolculukta görmek, dokunmak, tatmak ve işitmek çok daha kolay ve fazladır. Geçtiğiniz yerleri daha yakından tanırsınız. Yol güzergâhınızda karşılaştığınız köyler, bahçeler, yaylalar ormanlar vb mekânlar ve sokakların kokularını duyarsınız. Öylesine geçip gitmiş olmazsınız. Yolda gördüğünüz karşılaştığınız insanlarla daha kolay iletişim kurabilirsiniz. Fotoğraf çekmek için istediğiniz kadar istediğiniz yerde pratik bir şekilde in bin yapabilirsiniz. Pedallarınızın tekerlerinizin arasından kaçışan karıncaları böcekleri görmeden selamlamadan geçemezsiniz.
Bisikletinizle birlikte doğaya açıldığınızda hissettiklerinizin yanına bir de serin rüzgâr sesi eklenir. Bu hissi yürümek veya otomobille duyumsamanız zordur.
Bisikletle iseniz istediğiniz yerde durup dinlenebilirsiniz. Tanışıp konuşup selamlaşabilirsiniz. Bütün bunların hepsini doğaya zarar vermeden akıcı bir şekilde yapabilme imkânınız vardır.
Aradığım dostluğu bisikletimle birlikte buluyorum. Bisikletimin beni daha ne güzelliklere götüreceğini tahmin bile edemem.
Gökova bisiklet turunda pedallamaya başladığım ilk gün ve saatlerde herkesin hangi yaşta olursa olsun çocuklar gibi neşe ve sevinç içinde olduğunu gördüm. Herkes Daha bir enerjik esprili pozitif mutlu ve huzurluydu. Ancak son günler değil. Son saatlere doğru ister istemez içimi bir hüzün kapladı. Ayrılık saati dakika dakika yaklaşıyordu çünkü. Yollarda Pedallayarak mutluluğa akıp giderken hiç bitmesin istedim. Her bisiklet aşığının içinden geçirdiği dileği olmuştur sanırım. “Benim işim bu olsa da bisikletimle hep yollarda olsam ,şehir şehir, köy köy ,dere tepe gezsem” diye..
Biz Bisiklet severlerin başta kabullendikleri şeyler var. Yokuşlarda susamayı sevmek. Dik rampalarda adeta güreşirken bedeni sınırlarımıza dokunmak. Ruhen de dinçleşmek.
“Zorunuz ne? Bu eziyet niçin?” diye soranlara aslında verecek cevabınız çoktur ama daha çok gidilecek yolununuz çıkılacak yokuşlarınız inişinde dinlenip dinleyeceğiniz rüzgârın sesi, buluşacağınız manzaralar, ciğerlerinizin diplerinde bol oksijenle yıkanmamış hücre var sizi bekliyordur. Soruyu geçiştirmekle yetinirsiniz. Kızmasınız, aksine yaşadıklarınızı yaşayamadıkları için soranlara üzülürsünüz bile.
Her yıl katıldığım Gökova bisiklet turu benim için Bisiklet ile içimdeki kötü tarafı öldürüp ruhani değişim yolculuğuna yeniden başlamak anlamına geliyordu adeta… Bedenimi ve ruhumu yeniden eğitmeye başlama turu oluyor…
Gökova bisiklet turuna her gelişim istemeden yaşamak zorunda bırakıldığımız yaşamlardan kaçış şeklinde oluyor..Turun bitimine doğru hüzünlenişim de kaçtıklarımıza istemeden geri dönmek zorunda oluşumuzdan.Ama olsun zorlu yaşamlara güçlü bir şekilde dönüyoruz.Artılarla kazandıklarımızla birikimlerimizle dingin bir ruh ile güçlenmiş bir beden ile dönüyoruz.

İşte bunlardan dolayı Gelecek yılların Gökova Bisiklet turlarına zaman ve imkânlarımı zorlayarak da olsa katılmak istiyorum.
Eğer siz de bir gün Gökova Bisiklet turuna katılmaya karar verirseniz mutlaka ona yakışan edep ve saygınızı kuşanarak gitmelisiniz. Hoyrat tavırlarımızı unutmalı geride bırakmayı denemeliyiz. Ki tur boyunca yaşayacağınız huzuru mutluluğu bedeninize akıtabilesiniz.
Bu yüzden diyorum ki
Gökova bisiklet turuna cesareti olanlar gelsin
Yıl boyunca hayal kurup bekleşenler gelsin
Rahat ve konforlu yaşamlarını terk etmeyi göze alabilenler gelsin
Yağmurda ıslanmayı üşümeyi, krampları, pişik olmayı çizikleri düşmeyi sert zeminde yatmayı göze alanlar gelsin
Yokuşlara ve karşıdan esen rüzgârlara kızmayacaklar gelsin
İnsan hayatının üç törpüsü olan gürültü, stres ve kirlilikten şikâyeti olanlar gelsin
Daha azla yetinerek paylaşarak yaşamanın tadına varmak isteyenler gelsin
Hayatında belki ilk defa gördüğü diğer bisiklet severleri sanki uzun zamandır göremediği kardeşlerini görmüş gibi sevinecekler gelsin
Dostlar edinip dostluklar kurmak isteyenler sevgiye aç olanlar gelsin
Güçlü olmadığı halde kendini güçlü hissedenler gelsin
Döndüğünde arkadaş eş ve çocuklarına anlatacağı anılar biriktirmek isteyenler gelsin
Zorlu tur yollarında yediği bir meyvenin daha önce yediği yüzlercesinden daha tatlı ve lezzetli geldiğini görmek isteyenler gelsin
İçtiği su, çay ayran ve kahvenin farkına varıp tüm hücrelerinde duyumsamak isteyenler gelsin
Tüm yaşayacağı güzelliklerden dolayı içi minnet hissi ile dolacaklar gelsin
Gözlerini kapayıp yaşadıklarından ötürü şükretmeden geçemeyecekler gelsin
Yaşadıklarının ve sahip olduklarının kıymetini bilip Şükürsüz geçen günlerine acıyacaklar gelsin
Milyonlarca insanın içinde bu güzellikleri yaşayıp kendini seçilmiş ve özel hissedecekler gelsin
Ve sonunda kazanacağı mutluluk cesaret ve güvenle hayatın anlamını yeniden keşfe başlamak isteyenler gelsin
Hayatının en büyük meydan okumasını gerçekleştirmek isteyenler gelsin
AHMET GİRAY KÜTÜK/ANKARA

]]>
https://www.muglabisiklet.org/sihirli-tur/feed/ 0
GBT 2011 https://www.muglabisiklet.org/gbt-2011/ https://www.muglabisiklet.org/gbt-2011/#comments Sun, 26 Jan 2014 14:11:58 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=49 GÖKOVA BİSİKLET TURU 2011
Az gittik, uz gittik,
Dere tepe düz gittik,
Başımızda Gök,
Tekerimizde ova
GÖKOVA!..

Nefesimizle yıkadık doğayı,
Terimizle suladık toprağı,
Kah balık olduk denizde,
Kah böcek olduk çimende,

Çevreyi kirletmedik,
Doğayı küstürmedik,
İki teker üstünde,
Biçilecek ekin ektik,

Anlattık gerçek bir hikaye,
Örnek olsun memlekete,
Görenler pay alsın,
Çocuklarımız kazansın,

Herkes şahit oldu,
Nefesimizle yıkadık doğayı,

Berin Altunbozar
GBT2011

]]>
https://www.muglabisiklet.org/gbt-2011/feed/ 1
Ören Ay Şafağı https://www.muglabisiklet.org/oren-ay-safagi/ https://www.muglabisiklet.org/oren-ay-safagi/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:11:32 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=47 ÖREN AYŞAFAĞINDAN GEÇİP GİDEN BİSİKLETLİLER GÖRDÜM;
ÇOKTULAR VE ÂŞIKTILAR
Umur GÜRSOY

“bisiklete binince şaman
bisikletten inince müslümandılar”
Hasan Hüseyin Kormazgil
Ağlasun Ayşafağı şiirine nazire)

Özellikle zor çıkılan rampalarda çoğu kez başını hiç kaldırmadan sadece 1-2 metre önünü görerek bisikleti süreriz. Uzun turlarda ustaların yeni başlayanlara verdikleri ilk öğütlerdendir, bu. Deve kuşu gibi başını kuma sokmanın ‘bisikletlice’sidir bir bakıma. Zira yokuş aceminin, antrenmansızın gözünü korkutur ve gücü düşebilir ya da bisiklete binmeyi yarıda bırakabilir. O nedenle kimi zaman bisikletin ustaları tura yeni başlayan güçsüzlerin veya turda ilk kez pedal basacakların “Daha çok yokuş var mı?” sorularını ya gülerek geçiştirir ya da çokça “Az kaldı, ha gayret!” diye yalan söylerler.
Üçüncü kez katıldığım Gökova Bisiklet Turu sonunda hekim meslektaşım Bülent Savran ustanın “Sen de deftere bir şeyler yaz!” isteğini Ören gecesinin ayşafağı yalnızlığında kurgularken; uzun bisiklet turlarının hayatın kendisine ne kadar benzediğini düşündüm. Bir farkla: Turun sonunda hayat devam ediyor ve büyük olasılıkla katılanların çoğu için bisiklet turu mutlu sonla bitiyor.
Kısasıyla (bir günlük) uzunuyla (bölgesel, ülke veya dünya turu) bisiklet turu, hayatın küçük bir örneğidir. Hiç bitmeyecekmiş sandığın yokuşlar (zorluklar) bir an (gün) gelir biter. Tam artık rahata kavuştuk inişe geçtik derken bir bakarsınız yeni bir yokuş (hayatın zorluğu) daha başlamış. Deneyimli bisikletçiler her inişin bir yokuşu her yokuşun bir inişi olduğunu bilirler ve kabul ederler. Böylece yaşama ve onun acı tatlı sürprizlerine karşı bilgece, sabırla ve umutla bakarlar. Ne var ki her tura katılanların hepsi, aynı yolu, aynı yokuşları ve aynı inişleri geçtiği için tura katılan herkes yokuşun ne zaman biteceğini, daha kaç yokuş kaldığını eninde sonunda öğrenir, ama hiç kimse, sadece kendisinin geçeceği kalan ömrünün kaç yokuştan oluştuğunu; hayatındaki yeni yokuşların ve inişlerin ne zaman başlayacağını ve önündeki yolun uzunluğunu ve kısalığını; kendisine ne sürprizler hazırladığını önceden bilemez. Hayat tıpkı hep önündeki 1-2 metrelik yola bakarak yokuş tırmanan bisikletçinin önünü gördüğü gibi yaşanır. Kimi zaman lastik patlar, kimi zaman bisikletiniz parçalanır ve geçici veya kalıcı olarak turu terk etmek zorunda kalırsınız. Bir günden hatta bir andan ötesini göremeyiz gerçek hayatta. Bu yönüyle de bisiklet turu hayata hazırlanan gençler için çok öğreticidir. Hayatın antrenmanıdır bir bakıma.
Barışa Pedal’dan Aydan Çelik’in düşünce ve yazın babası olduğu bitmemiş ‘Bisiklet Manifestosu’ndaki gibi bisiklete binen manifestoyu az çok yaşar (bkz. http://www.pedalsesi.com/tr/viewtopic.php?f=20&t=3393). Manifestomuza Aydan’kilere ilave biz de bir şeyler katalım dedik. Bisiklet:
Eşitliktir: Bazen biz bisikleti taşırız.
Özgürlüktür: Ferman veren her zaman değişir, ama dağlar bizimdir.
Kardeşliktir, Tevazudur kimi zaman. Çocukluktur, Aylaklıktır; hem ne biçim!
Sükûnettir, İdraktir, Rüyadır, Hayal gücüdür. Dengedir; durduğunuzda devrilen.
Şeytanarabasıdır, Libidodur, Bahardır ve Yazdır; yaz yaz bitmeyen.
Kıştır, sonbahardır, yola çıkarsan dört mevsimdir.
Devrimdir, Ütopyadır, Kırmızıdır, ebrulidir.
Muhaliftir, Mesttir ve Bir lokma bir hırkadır.
Şehrazat’tır Bağdat’ta; Kerameti kendinden menkuldür. Bi tur versene, birazcık da ben bineyimdir.
Aşüftedir: Yoldan çıkartır. Dikkat etmezseniz kötü yola düşürür.
Mor Külhanidir, Rosinantedir ki muhterem ikitekerliler; Hâlâ onu günümüzün yel değirmenleri nükleer ve termik santrallarla karşı süren Don Kişotlarımızdan biri bu cümlelerin yazarı ile pedal basmakta idiniz.
Ve bisiklet: Rüzgargülüdür, Yelken, balık, dümen, su.
İsyandır, Şarabi eşkiyadır: Şan verir ortalığa her bahar. Kimi zaman şahlanır bile.
Köroğlu’nun kılıcıdır; Otomobil icat olur mertlik bozulur.
Tek kişilik karnavaldır: Dünyanın sokaklarını gezdirir, istersen.
Müslüman mahallesinde salyangozdur, Kel-alakadır.
Pembe yalandır: Her evde vardır, sadece çocuklar biner; sorarsan turda çok yokuş yoktur önünüzde.
Doğa dostudur: Denizi, gölü, akarsuyu, bozkırı, tarlalar arasını, ormanı, ağacı, hayvanı, börtü böceği çok sever. Biraz köpekten tırsar, sadece.
Meydan buldu mu okur.
İsteyenin Yalnızlığını paylaşmaz, en sonda gidersin, istersen kaybolursun, üstüne tur bindirirler, kimi zaman ve istersen eğer, erken gelirsin kamp yerine bir tek senin çadırın kurulu da olur o gece. Yalnızlık paylaşılmazdır zira.
Özellikle tur boyunca Güvende olursun, kimse sana posta koyamaz, zira çoksunuzdur. Dolmuş şoförlerinin dayanışmasının verdiği doyumunu yaşarsınız.
Nesilleri arası kaynaşma, el verme ve bilgi, deneyim ve terbiye aktarılması olur. Bazen aynı nesil içinde bunu yapmak gerekirse de. Çoğu zaman iki taraflı bir aktarmadır bu.
Turda ve bisiklete binerken Disiplinin faydaları görerek, yaşanarak öğrenilir. Yine de ambulanslar arkada diye güvenmeyin, onlar hasta nakil aracı olabilir. İçinde ne doktor ne de boyunluk olmaz, kimi zaman.
Turda, Hem ve karşı cinslerinizle arkadaşlıklarınız olur, olanları ilerletirsiniz. İleri sandığınız arkadaşlıklarınızı daha iyi anlayıp kimi zaman mertebe düşürdüğünüz de olma mı?
Yani insan tanırsınız, hayatın kısa ve küçük bir sınavıdır bisiklet turları.
Doğa ile mücadele ettiğinizi sanırsınız, ilk sağanak ve düşen yıldırımda yanıldığınızı anlar, evrende nokta olduğunuzu kavrarsınız. Yine de güçlüklere dayanmayı öğrenir ve bilirseniz, ıslanmamak ya da ıslanmaktan mutlu olmanız mümkündür; bir karınca gibi. Aynı yağmur ve yolda ıslanmasanız da başbakanınızı da anlarsınız o zaman.
Çadır kadar bireysel ve bir o kadar da toplu, konut yoktur. Çadırı hiçbir zaman aynı yere kuramazsınız; aynı derede de hiçbir daha yıkanılamayacağı gibi; hiç fark ettiniz mi?
Geçinmeye ve kaybolmamaya niyetiniz varsa Harita, güzargâh okuma, GBS (GIS-Coğrafi Bilgi Sistemleri)’ni de ufak ufak öğrenirsiniz.
Ve Bisiklet: Aşktır, of aman aman. Aşkın her türlüsünü yaşatır bisiklet ve bisiklet turu. Hele Gökova Bisiklet Turunda iseniz, aşk ağır basar, biraz, diğerlerinden. Zira Ören’de ayşafağından ve onun denize vuran şavkından geçersiniz. Yanınızda karasıyla beyazıyla, pembesiyle, moruyla her renkten sevdalarınız; şimdiki ya da gelmiş geçmiş bütün imkanlı ve imkânsız aşklarınız, âşıklarınız yanınızdadır. Siz almasanız da onlar gelir sizi bulur.
Gökova Bisiklet Turu’nun bütün bölümlerini sağ salim ve kazasız belasız Bu yıl da bitirdiğim için Evrenin bütün tanrılarına ve dengelerine çok şükürler olsun.

]]>
https://www.muglabisiklet.org/oren-ay-safagi/feed/ 0
Katılımcı Gözüyle GBT2010 https://www.muglabisiklet.org/katilimci-gozuyle-gbt2010/ https://www.muglabisiklet.org/katilimci-gozuyle-gbt2010/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:11:00 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=45 GBT çaylağından Merhabalar
Ben de Afyon’dan katılmıştım tura. Hatta Feridun hocamın adımı bilemeyip sürekli beni ”Afyooooooon” diye çağırmasını hatırladım da gülümsedim kendi kendime. Biz Atiye ile iki kafadar kuzen Adnan hocamın ve Levent bey’in desteği ile ilk defa tura katıldık. İnanılmaz acemiydik. Sakar’dan inerken tur arkadaşımız bayanın geçirdiği kaza sonunda nefesimiz kesildi diyebilirim. Akyaka’da teknik uzmanı arkadaşımız bize uygulamalı olarak anlattığı bir çok şeyi ” anaaaaaaaaaaa, abovvvvvv, hihhhhhhhh” diyerek dinledik.
Ardından Japonların sorularını bildim ve alnıma gururla bandımı takdım; hoş, kuzenim Atiye benim engin Japon bilgi ve kültürümü kıskandığı için fotoğraflarımı flu çekmiş ya olsun:)
Akyaka’da hayatımızın ilk kampında çadırımızı turun en yakışıklı genci Hasan Barış’la kurduk. Çadırımız öyle konforluydu ki vestiyerimiz ,salonumuz, tül perdemiz, ikiz yatağımız, dantelli yatak örtümüz ve komodunumuz bile vardı:) Hemen çadırımızı yerleştirmeye koyulduk. Sırt çantamızdakileri duvardan duvara gardrobumuza yerleştirdik ve çadırımızın çelik fermuarının anahtarını vestiyerimize koyduk:)
Sabah terasımızdaki muhteşem kahvaltımıza, Hasan Barış, Adnan hocamız ve Mustafa Kemal misafir oldu.
Akyaka’dan pedalladık, öğle yemeği için Akbük’e ve benim tek derdim kuzen Atiye; kurduğum tek cümle ” Atiye neremdesin”; çünkü bunu dillendirmemiz çok önemliydi olası bir kaza için. Turdaki bütün arkadaşların ençok kullandığı kelime SOLDAYIMMMMMMM dı. Akbük’teki güzelliği görünce Allahın eşsiz bir ressam olduğuna bir kere daha inandım. Kultak yokuşunu araçla çıktık, kendimize güvenemedik. Araçta da çok güzel insanlarla tanışıp halimizin esprilerini yaptık. Kultak köyü kahvesinde oturup ayran yudumladık; Kultağı pedallamış gibi yorulmuşuz:) orada da nam-ı diğer sevgili babakurdumuz Mustafa Yiğit abimizle muhabbetler ettik ayrıca tanıştığıma çok sevindiğim sevgili Istanbul katılımcısı Aydın beye gelen telefondaki bayana kultağı beraber çıktığımızı yaşlı bir beyefendi olmadığını hatta biz geride kaldığımızda bizi çektiğini ballandıra ballandıra anlattık. Kultakdan sonra utandık pedalladık:) .Her santimin tadını çıkarttık en güzeli Necati amcamızın gelen bisikletleri yol yapımı dolayısıyla büyük bir sorumluluk örneği grup dayanışması olan yönlendirmesiydi. (Necati amcamızı çok seviyoruz)
Örene giderken lastiğim patladı ,Mustafa Kemal arkadaşımızın ısrarlı yardımları için de çok teşekkür ederim. Ören’de kuzen Atiye ile denize girmeye karar verdik. Yüzmeyi bilmesek de yüzen insan taklidi yaparız diye:). Biz denizin kenarında sulu sulu şakalar yapıp gülüşürken İzmir katılımcısı Elmas hanımla muhabbetimizi mutlaka yazmalıyım. “siz de GBT’lisiniz değil mi?” diye sordu. benim yanıtım şu oldu:” yok biz Afyon’luyuz”: ). Kadın garip garip baktı, açıklamak zorunda kaldı biz çaylak turculara;” Yok, bisiklet grubundan mı diye sordum”… ve ben ” haaaaaa heeeeeeeeee hıııııı ihi evet” dedim:):)
Ören’de konakladık. Bir çadır komşumuz oldu sevgili Yücel. Çok keyifli, özenli, ayrıntıları görebilen bir arkadaşımız. Sabah kaltık Mazı rampasını gözümüz yemedi, aynı zamanda yağmur vardı ve ben denizden sonra kendimi koruyamadığım için ciğerlerimi üşütmüştüm. araçla devam edecektik. Görevimiz tur arkadaşlarımızın valizlerini araçlara yüklemekti. Kuzen atiye, ben değerli vefakar ve cefakar hocamız Adnan bey ve şöfer abilerimizle valizleri yükledik. (arkadaşlar valizler o kadar ağırdı ki hepsini içine adam öldürmüş koymuşsunuz:) 🙂 :)))
Mazıyı yağmur eşliğinde pedallayanlara imrenerek el salayarak “bişeye ihtiyacınız var mııııı? bir sıkıntı var mııııııııı?” diye sorarak fotoğraflarını çekerek çıktık. Mumcular’da Bircan sakatlanmış ,aracımıza aldık. Kendimizce kolunu bacağını inceleyip ” uyuu ana tühhhhhh” diye ilk yardımı yaptık. Bircan’ın o kadar güzel gözleri vardı ki yağmurun yeşiliyle başka parlıyor yaralanmış bedenindeki sızılar yüzünü buruştursa da bir türlü güzelleğine gölge düşüremiyordu. Ardından Pınar ve Mine’yi aracımıza aldığımızda kucak kucağaydık:) ve sohbet ediyor gülebiliyorduk, Bircan’ı da güldürebiliyorduk.
Bircan’ın kolundaki sızlamalar artamaya başlayınca Bodrum Devlet Hastanesi’ne çevirdik direksiyonumuzu. Biz kuzen Atiye’yle fahri hemşireler Bircan’a refakat ettik. Hastaneye geldiğimizde sırtımızdaki formalar başımızdaki kasklar, herkes bize uzaylı gibi bakıyordu. Bizim sağlıkçı veya hemşire olduğunu tahmin ettiğimiz bir adam n’oldu size diye sordu. Dedik gaziyiz ,bisikletten düştük. Üçünüz de mi diye bizim böğğğğğğğ diye baktığımız bir espri yaptı. Yüz vermedi bize tamam bekleyin dedi. Doktor gelecek bakacak. Kız, kuzen Atiye ve bana yani fahri cessur hemşirelere siz dışarıda bekleyin dedi; ama biz n’aptık? Yarım saat önce tanıdığımız kırk yıllık dostumuz Bircan’ımızı yalnız bırakmadık.:): ) adam bize pis pis bakıyor; biz adama bakıyoruz. Bircan’ın şarjı bitti telefonunu şarja takıp Bircan’ın yatağa koyduk. Görevli geldi
-Arkadaşınız nerde?
-Röntgen çektirecek.
-Siz n’apıyo’nuz burada, dışarıda bekleyin demedik mi!
-Telefonumuz hastalandı, serum taktık baksanıza.
.Adam ‘çattık’ dedi, gitti. Allahtan doktorun bizim tura merakı varmış ki Bircan’la iyi ilgilendi. Çıktık hastaneden bizim gazi Bircan ile düştük yollara.
ve bir kayıbımız vardı onu asla göz ardı edemezdik :NİHAL. 🙂 🙂 fellik fellik Nihal’i aradık. En son Mumcular’da gören olmuş.

Nihal de nihal , Nihal de Nihal…

Bulduk Nihal’i, attık arabaya, hepimiz işaret parmağımızı Nihal’e doğrultup bi daha dizimizin dibindan ayrılma hımmmmmmmmm dedik. Yoksa kurtlar kuşlar kapacak.

Bodrum’da geceleyip sabah feribota atladık ver elini Datça. Feribotta ırlana sallana Çökertme oynadık.

Ve Datça hayalim……

Aktur’da muhteşem lüks çadırımızın çatısı aktı. Üşüdük, ıslandık. Çadırımızda kalamazdık. Çatının aktarılması gerekiyordu. Boş oda kalmamıştı. Ve Aktur’un kuoförü olan yardımsever bir kişinin yardımıyla boş bir dükkana kapağı atıp tulumlarımıza kıvrıldık.

Sabah Marmaris’e pedallarken güneş bize gülümsüyordu. Yolda köy kahvesinde Türk kahvesi içtik; keyiflendik ,dinlendik.

Akdeniz’le Ege’yi aynı tepeden gördük.

Gerilerden bir beyefendi geliyor, kulaklarından duman çıkartıyordu. Sevgili avni.:)

Birlikte pedallayarak ona maymunluk ettik, güldürmeyi başardık. Bütün sinirleri geçmiş; başına gelenlerin o da dalgasını geçiyordu artık.

Marmaris…….

Herkesin eşya ve biryerlere gitme kaygısı vardı; fakat kuzen Atiye ile ben yogunluktan gebermiş, güneşte pişmiş, ölgün ölgün etrafı seyrediyorduk.

EN GÜZELİ MARMARİS GARAJINDA HER GÖRDÜĞÜMÜZ MAVİ GBT FORMALIYI TANISAK DA TANIMASAKDA AKRABAMIZI GÖRMÜŞÜZ GİBİ SIRITIYOR “MERABAAAA” DİYORDUK. AYAKÜSTÜ SOHBETLER EDİYOR 4 GÜNÜN ÖZETİNİ İKİ DAKİKAYA SIĞDIRIYOR, MEMLEKETLERİMİ ZE DAVET EDİYORDUK.

Elbette turda ben de üzüldüm, incindim, sıkıntı çektim. Şaşkınlık yaşadım. Fatak GBT benim ilk turumdu ve çok özeldi. Bir başka turla kıyaslayamayacak kadar özel ve güzeldi; ayrıca ilk tur olduğu için kıyaslamam mümkün değildi.

Turun çaylağından katılan, okuyan, emeği geçen herkese teşekkürler selamlar sevgiler.

Gelecek yıl gene kısmetse ordayım.

Esma Eser Açıkgöz – Afyon

]]>
https://www.muglabisiklet.org/katilimci-gozuyle-gbt2010/feed/ 0
Avrupa Turu Gezi Notları https://www.muglabisiklet.org/avrupa-turu-gezi-notlari/ https://www.muglabisiklet.org/avrupa-turu-gezi-notlari/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:10:10 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=43 Sayın Dernekli bisikletli arkadaşlar;
Aslında kısmen yazdığım şeyleri Bülent Arkadaşımın önerisiyle biraz daha genişleterek ve yurdum için düşünerek yazacağım.
Temmuz ayının başında Avusturya’da yaşayan arkadaşımın davetiyle bir bisiklet turu yaptık. Konstnz veya Almanca adıyla Bodensee gölü Alplerin önünde uzanan, 536 km2 lik yüzölçümü ile orta Avrupa’nın 3. büyük gölü. Almanya İsviçre ve Avusturya’nın göle komşuluğu var. Gölden ilk söz eden Romalı tarihçi Pomponıus Mela Ren nehrinin ikiye böldüğü gölü anlatıyor. Ren nehri buradan (Steın am Rheın)çıkıyor 1320 km yol katederek Hollanda’nın Rotterdam şehrinde Kuzey Denizi ile buluşuyor.Göl, etrafında tam bir ılıman iklim etkisi yaratmış,Alplerin sert havasından bıkanların kaçış yeri olmuş..Kiraz, elma erik ve daha bir sürü meyve bolluğu var. Özellikle elma açısından çok güzel bahçeler uçsuz bucaksız sırayla üstleri filelerle örtülmüş olarak uzanıyor. Hepsi aynı boyda ve hizada.
Gölün etrafı 8–10 tane rotaya ayrılmış tam bir bisiklet cenneti. Haritanızı alıp gideceğiniz rotayı belirliyorsunuz. Bu rotalar ayrıntılı bilgiler veren ucuz kitapçık haritalarla sağlanabiliyor. Günlük kaç km gitmek istiyorsanız, nasıl bir tur planlıyorsanız,(seyru-sefa yaparak etrafı gözleyerek, hard dağ rotası ile kondisyon yaparak, tarihi ve özellikli yerleri görerek vb.)belirlediğinizde geriye bu rotanın numarasını okumanız yeterli. Sadece bu rotanın yazıldığı yön levhalarını izlemeniz kalıyor. Bu nasıl güzel levha ve sinyalizasyon aklım durdu. Bisikletlilere bu kadar değer verilmesi valla insanı gururlandırıyor bisiklete bindiği için. Geçiş üstünlüğü olan araç. Avrupalılar boşuna bisiklete biniyoruz diye övünmesinler,
(yeri gelmişken müstehcen sayılmazsa bir fıkra var; İki farklı şehirden iki eşcinsel karşılaşmış, sohbet sırasında modern şehirden geleni sizin oralarda nasıl zor oluyor mu böyle yaşamak diye sormuş, muhafazakâr şehirden gelen anlatmış, önce bizi arıyorlar, gidiyoruz, bizi gizlice arabaya sokuyorlar, bir güzel dövüyorlar, sonra dağa götürüyorlar orada birlikte oluyoruz, sonra bizi tekrar dövüp dağda bırakıp gidiyorlar, peki sizde nasıl oluyor demiş, modern şehirden gelen anlatmış; önce bizi arayıp randevu istiyorlar, sonra şoför gelip bizi hamama götürüyor, sonra baş başa romantik bir akşam yemeği yiyoruz, şarap içip hafif gevşedikten sonra otelimize gidip beraber oluyoruz yüklüce bir para alıp şoför bizi evimize bırakıyor demiş, diğer eşcinsel heyecan içinde oohoo demiş bu sosyal imkânlar bizde olsa tüm şehir ibne olur) Bu hesap bu sosyal imkânlar olsa Türkiye’de herkes bisikletçi olur.
Göl etrafında onlarca çadır ve karavan kampı var. Hem de en güzel yerler kamplar için ayrılmış. Kimse parayı bastırıp herkesin yararlanabileceği güzellikleri kapatamıyor, fabrikatörle işçisi aynı kampta kalabiliyor çünkü en güzel yerler herkese ayrılmış ve fiyatları herkesin gücünün yetebileceği oranlarda. Göl etrafında bir tane bile bırakın 5 yıldızı, yıldızlı otel yok. Her yerde bulabileceğiniz küçük oteller, pansiyonlar ve bolca ferienwohnung yani ailelerin evlerinde yaptığı tatil evi işletmeleri. Temiz ucuz, konforlu fonksiyonel yani ihtiyacınız olan her şey var rahat yatak, pırıl pırıl tuvalet banyo ama asla vıcık vıcık arabesk lüks yok. Bu gölün etrafına yılda 70 milyon civarında turist geliyormuş,(ülkemizin toplam 22 milyon civarı diye biliyorum) ekonomik olarak bölgeye olan bisikletlilerin katkısını düşününce içim sızlamadan duramıyorum, ülkem için sızlanıyorum. Buradaki alt yapı altından kalkılamayacak bir yatırım gerektirmiyor. İklim ve keşfedilmemişlik açısından neredeyse 4 mevsim uygun olan yurdum bu alt yapıyı yapabilir. Örneğin Karadeniz kıyıları komşu olan ülkelerle işbirliği ile bisiklet yolu yapılırsa bence Karadeniz’e otoban yapılmasından daha çok bura insanına katkı sağlar. Denetlenen temiz güvenli aile pansiyonlarında milyonlarca insan kalır, çevreyle barışık tahrip edilmeden, göç olmadan. İzmir’den Antalya’ya, buradan Mersin-Adana ve oradan Anadolu’ya uzanan güvenli bisiklet yolları bizim geri kalmışlık zincirini kırmamızda en önemli desteğimiz olacaktır. Son yıllarda Konya’ya gittiniz mi? Çepeçevre üst geçitli alt geçitli yollar yapılmış,modern çevre yolları kavşaklar yapılıyor hala. Biliyorsunuz Konya belki de dünyada benzeri olmayan düzlükte bir şehrimiz, yani bisikletli ulaşıma o kadar uygun ki, her şeye milyonlar harcayan belediyede bir tek Allahın kulunun aklına gelmez mi şuraya 2 metrelik bisiklet yolu yapsak kent içi ulaşım o kadar rahatlar ve tonlarca akaryakıt ve çevresel zarardan kurtuluruz insanlar daha sağlıklı olur. Mutlaka geliyordur ama bu tercihler herhalde rasgele olmuyor, bunlar ideolojik tercihler.
Başkalarına bağımlı olmadan yaşayabilmek özgürlüktür. Hemen tamamı dışarıdan alınan araba ve ekipmanları ve petrol bizim en önemli gider kalemimizi oluşturmuyor mu? Bunlardan biraz tasarruf bu vatanı sevmek anlamına gelmez mi? Vatanseverlik hamasetle olmuyor tabii.
Kısa süre önce Sarıgermede Hilton otel zincir bir golf resort açtı. Kültür Bakanı geldi ve açılışta sevincini dile getirdi. Daha önce de 7 yıldızlı otel açılışında bulunmuştu .Bir kalkınma modeli olarak ülkeye lüks otellerle donatıp dünya zenginlerini buraya çekip onlardan kazandığımız parayla refaha ulaşmayı hedefliyorlar sanırım. Fakat şu anda sarıgermede Türk halkının denize girebileceği alanlar iyice kısıtlanmış durumda. Orta sınıfın bile kullanamadığı ve kendi ülkemizde zenci muamelesi gördüğümüz işletmeler buralar. Zaten müşterisini büyük tur şirketleri pazarlıyor, uçak aynı şirketin, uçaktan paketlenip otele transfer, otel alles ınclusive dışarı adım atana ödül var, dönüş transfer aynı ve uçak aynı, ne çevre köyler turist görüyor, ne turist geldiği ülke hakkında bir fikir sahibi oluyor.Sarıgerme muhtarı yakınıyor, çocukluğumuz buralarda balık tutarak geçti ama artık giremiyoruz diye. Peki Bodensee etrafında nasıl? Güzelliği asıl sahiplerinden izole etmeden onlara gelir sağlayacak şekilde düzenlenmiş. Yerli halkın konaklama tesislerinin hiç kimseye zararı yok. Otelde yatıyorsun ama kahvaltı dışında tüm yeme-içme için yallah dışarı. Gezeceksin, etrafı göreceksin yiyip-içip alışveriş yapacaksın, insanlarla tanışıp katkı sağlayacaksın. Her şey dahil mi? O da ne . İşte başka bir model turizm.
Yapılacak sonbahar turumuzda acaba bir panel düzenlenebilir mi bisiklet turizminin ülkemiz ekonomisine katkısı gibi bir başlıkla. Gene de ne varsa bisikletlilerde var.Kimseye zararımız yok, tüketmiyoruz, çevreye zararlı gaz atmıyoruz(Dik yokuşlar dışında),insanın kendini en iyi hissettiği doğa içindeyiz, daha saymakla bitmez, çözümde yine bu barışçıl ve sömürüsüz bakış açısından gelecektir.
Dr. Sabahattin BOZKURT

]]>
https://www.muglabisiklet.org/avrupa-turu-gezi-notlari/feed/ 0
Tour de California https://www.muglabisiklet.org/tour-de-california/ https://www.muglabisiklet.org/tour-de-california/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:08:47 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=41 Dr.Bülent Savran

11-31 mayıs 2005

“Bazılarına göre bisikletçi odur ki, orta derecede SSS paralizisi ile birlikte giden ve sadece tan ağarırken kalkıp, öğlen sıcağında kan ter içinde çıktığı yokuşta, matarasındaki kaynama noktasına yakın suyu içmekle tedavi edilebilen kişidir”

 

11 mayıs çarşamba

Bisiklet nedeniyle dünyanın öbür ucuna gideceğim aklımda yoktu ama yaşam beni Amerika’ya kadar götürdü. Okyanusun üzerinde süzülen uçağın içinde gözlerimi kapayıp, olan biteni, kendimi düşündüm. Bizim gibi insanları seyahate, özellikle de bisiklet gezilerine sürükleyen şey aslında neydi. Bildiğim tek şey, yaşamımda önemli bir deneyimin ortasında olmam ve bunu kesin olarak görebilmemdi. Gökyüzünden yere inmek, küçük bir heyecandı. Doğasını ve insanlarını tanımadığım bir ülkeye, dünya kapitalizminin kalbine gelmiştim ve macera işte başlıyordu.

Sabah çok erken İstanbul’dan bindiğim halde saat farkı nedeniyle aynı günün öğlen saatinde San Fransisko’da olmak tuhaf bir deneyimdi. Evet sonunda dünyanın öbür tarafındaki kente vardım. Devasa boyutlardaki havaalanında gümrük işlemlerinden çıkınca beni bir sürpriz bekliyordu. Bisikletim tamamdı ancak, tüm eşyamın bulunduğu sırt çantam ortalarda yoktu. Lufthansa görevlilerine kayıp başvurumu yaptıktan sonra Frank ile Vita’yı bizi beklerken bulduk. Frank’ın minibüsüne doluştuk ve yol boyu 4 şerit gidiş, 4 şerit geliş otobanda seyahat ederken, çevrede her iki yanda devasa ağaçlardan oluşan orman ve bunların arasında tek bir reklam panosunun olmaması dikkatimi çekti. Ülkemdeki görüntü kirliliğinin daha bir farkına vardım. Sık sık göl veya gölet kenarlarından geçtikse de, göl kenarlarında yerleşim olmaması bizi yine şaşırttı. Sadece sürücünün yolculuk ettiği büyük otomobiller ise adeta bir otomobil seli oluşturuyordu.

Santa Cruz’a girerken bir sayfiye kentine geldiğimiz belli oldu. Sörfleriyle karşıdan karşıya geçen insanlar, bisikletin yanında sörf taşıyan gençler. Belediye otobüslerinin önünde bisiklet taşıyıcıları bulunuyordu. Frank’ın evine vardığımızda bahçe kapısının üzerinde yan yana asılı duran Türk ve Amerikan bayrakları bizim için güzel bir sürpriz oldu.  Tek katlı, çevresi ormanlık ve toprağın renginin nerdeyse görülmediği bahçe içinde bir ahşap ev. Ev son derece sade döşenmişti ama anıların sıkı sıkıya korunduğu belli oluyordu. Eve her gelen, bir iz bırakmıştı. Bunlar duvarlar boyunca asılıydı ve önemseniyordu. Etkilenmemek mümkün değildi. Ve alt katta Gökhan’la bana ayrılan oda ise beklentilerimizin üstündeydi. Burası düşünmeye ve düş kurmaya uygun bir yerdi.

12 mayıs perşembe

Ekibin tüm üyeleri Frank ve Vita’nın evinde toplandılar.  Program katılımcılara anlatıldı ve bisikletlerin kutulardan çıkarılmasına geçildi. Yeşilköy’de dağıttığım bisikletimi, tekrar birleştirip yürür hale getirdim. Bundan sonra planda Santa Cruz’da küçük bir bisiklet gezisi ve ziyaretler vardı.

İlk durak olarak Santa Cruz High School’a gittik. İkinci sınıf öğrencileri ile tanıştık. Öğretmenleri Michele’de CCE üyesiydi ve bize sempati ile bakıyordu. Öğrencilere ülkemizin yerini haritada gösterip kısaca ülkemizi ve kendimizi anlattık. Meslekler sorulduğunda, adli tıp uzmanı doktor olduğumu söyleyince, ülkemizdeki suç oranları ve çeşitleri ile ilgili epey soru aldım ve ilgi konusu oldum. Biz de onlara sorular sorduk. Türkiye hakkında ne bildikleri yönündeki soruya ise kimisi sadece hindi dedi, kimisi ise böyle bir ülkeden haberi bile olmadığını söyledi. Sınıfları son derece geniş, sayıları az, duvarlar eğitim malzemeleri ile doluydu. Öğrenciler yaş ve zevklerine uygun giyinmişlerdi. Hem onlar hem bizler için ilginç bir deneyimdi.  Bundan sonra Santa Cruz’da kent turuna devam ettik. Bu arada Vita’da trafik kurallarını sık sık bize hatırlatıyordu. Trafik lambalarında kırmızı ışıkta dururken mutlaka bir ayağımızın yerde olması gerektiğini, yere konulmazsa polislerin ceza yazabildiğini söyledi.

Akşam yemeği için Tim McCloskey’e davetliydik. Tüm bisikletçiler ve ev sahibi aileler davetliydi. Eve gittiğimizde adeta küçük bir orta çağ şatosu ile karşılaştım. Tavan en az 3 kat yukardaydı ve mimari yönden klasik ev tanımına uymuyordu. Salonun bir duvarında neden sonra  aslında duvar olmadığını, nerdeyse duvar boyutuna yakın dev bir televizyon ve devasa bir müzik setine ait kolonlar bulunduğunu fark ettim. Ev sahibi Tim’e yanımda getirdiğim Muğla’ya ait türkü CD’sini kendisine hediye olarak verince hemen dinlemek istedi. Ev sahibi ailelerin getirdiği yemekler ve türlü çeşit içki masadaydı. Geçen yıl Türkiye’ye gelen Paula, Chris, Julia, Osman, Judy, hepsi oradaydı, kucaklaştık. Ermeni asıllı Paula, yine her zaman olduğu gibi bana ülkemi hatırlattı. Büyük anne ve babası Kayseri Tomarza’lıydı. Pişirdiği yemekler ise hiç yabancı değildi; gözleme, sarma. Onu görmek, konuşmak, bir zevkti.

Kendime bir bira açtım ama sonra pişman oldum. Atmaya kıyamayıp bitirince şaraba geçtim. Şarap gerçekten müthişti. Bahçede bir barbekü ve içinde yapılacak işle orantısız boyutta büyük bir ateş yanıyordu. Pişen yemekler ortaya çıkmaya başladığında bana yabancı gelmeyen biri “Bülent merhaba” dedi. Hafızamı ne kadar zorlasam da tanıyamadım. Bülent beni tanımadın mı dediğinde ise artık utançtan yerin dibine geçmek üzereydim. Karşımdaki beni tanıyordu ve ben onu bir türlü çıkaramamıştım. Neden sonra aklıma Amerika’daki bir arkadaşım geldi, Mesut sen misin dedim. Hedefi tutturmuştum. Hacettepe Tıp Fakültesinden sınıf arkadaşım Mesut Özgen’di karşımdaki. Müzisyen bir aileden geliyordu ve mezuniyetten sonra klasik gitar çalışmalarına vermişti kendini. Hekimliği bırakmış ve Santa Cruz’a yerleşmiş ve California Üniversitesi Gitar Fakültesinde gitar dersleri veriyordu. Nerden nereye, dünya küçüktü işte.

13 mayıs cuma

Kahvaltıdan sonra fotoğraf makinesindeki resimleri adresime depolayıp makinayı boşalttım. Saat 09.00‘da Richard ve Chris öncülüğünde yola çıktık. İlk durak, çilek tarlaları ve çilek kokuları arasında 35 km.lik bir yolculuktan sonra Calfee Bisiklet Fabrikasıydı. Yılda 500 adet karbon fiberden yapılan bisikletlerin çoğu ABD’de, az miktarı da Avrupa ülkelerinde satılıyormuş. Burada gördüğümüz bambu bisikletin ise karbon fiberden daha dayanıklı ve sağlam olduğunu söylediler. 3 yıl bekleyen bambudan imal edildikten sonra dayanıklılık testinden geçirilmiş ve New York’taki bir bisiklet fuarında da sergilenmiş. Fiyatlar ise benim için telaffuz edilemez boyutlardaydı. Fabrikada hava soğukça olduğundan dışarı çıkıp üzerime rüzgarlığımı aldığımda 65-70 yaşlarında 3-4 kişinin maket motorlu uçak uçurduklarını gördüm. Hepsinde ya pikap veya arazi türü araçlar vardı ve araçlarının içi tıka basa malzeme doluydu. Sandalyelerine oturup uçaklarına takla attırmalarını seyretmek doğrusu seyre değerdi.

Dönüşte 25 km.lik bir yolculukla Santa Cruz City Hall’a gittik. Öğlen yemeği bizi bekliyordu. Sandviçler ve taze sebzeler-domates, bezelye, havuç, brokoli, çilek, ananas, avokado- ve adını bilmediğim yapraklar,  ne olduğunu anlayamadığım ama yeşil sebzelerle yenen soslar ve bolca soğuk içecek. Tam yemeği bitirdik ki Belediye Başkanı geldi. Ayağında çamur ve toz içinde beyaz bir spor ayakkabı, kot pantolon, mavi gömlek ve kravatı ile doğrusu ilginç biri olduğu kesindi. Hepimize hoş geldin dedikten sonra Berkant grubu tanıtan bir konuşma yaptı. Sonra ben sözü alarak Santa Cruz’a, kentimizde bisiklete önem verdiğimizi, bunu bir uygarlık ölçütü olarak kabul ettiğimizi, bisikleti insanımızın ve kentin yaşamının içine sokmak amacında olduğumuzu söyledim ve yanımda getirdiğim Muğla’ya ait kitap, CD ve broşürleri kendisine verdim. Karşılıklı kartvizit alışverişinden sonra buradan ayrıldık.

Buradan sonra San Fransisko Üniversitesi Sürdürülebilir Tarımsal Gıda Enstitüsüne gittik. Görevli öğretim görevlisi öğrencilerin 3000 dolar karşılığı 6 ay süreyle burada kaldıklarını ve eğitim gördüklerini anlattı. Öğrencilerin içinde yaşadıkları bu üretim ortamı, aslında gerçek bir eğitimdi. Çevrede Akdeniz’e has bitki örtüsü vardı ve ağaçlardan toplanan limon ve portakallar sepetlerde, oturduğumuz masanın üzerinde duruyordu. Öğrencilerse yaşlarına uygun, özgür kıyafetleri ile ortalıkta dolaşıyor ve bu işi ciddiye almış görünüyorlardı.

Buradan sonra planda Sprochets bisiklet mağazası vardı. Mağazaya geldiğimizde birden çil yavrusu gibi dağıldık. Buradan çelik  halat alıp çıktım. Daha sonra Spokesman mağazasına gidip orada da büyülenmiş gibi karbon-fiber bisikletleri ve türlü çeşit malzemeleri inceledim.

Saat 18.30’da Catalist Restorante Club’de inanılmaz büyüklükte pizzalar karşımıza çıktı. Yanında gelen biralar, bir Efes müdavimi olarak idare eder lezzetteydi. Aynı zamanda bar-disko da olan lokantadan çıkarken, gençlerin uzunca bir kuyruk oluşturduklarını gördüm. Yanlarından dışarı çıkarken, bazılarına bakmadan edemedim.   Eve geldikten sonra erkenden yattım.

14 mayıs Cumartesi

Pazar sabahı yine iyi bir kahvaltıdan sonra Frank’ın minibüsünden malzemeleri indirdik, sonra yeni gelenlerle birlikte sebzeleri yıkayıp, yemek hazırlığı başladı. Bu amaçla gelen Julia ile birlikte alışverişe gitme görevi bana verilince, kargaşadan biraz uzaklaşma fırsatım oldu. Yiyecek almak için  gittiğimiz yerin yanında bir de oyuncakçı görünce hemen oğluma bir maket uçak ile bir de yelkenli tekne aldım. Geri döndüğümüzde tüm ekip harıl harıl yaprak dolma sarıyordu. Bulduğumuzu yiyip yolda gördüğüm bir bisiklet dükkanına Gökhan’la birlikte pedal bastık. Bisiklet yollarından dikkatle gidiyorduk. Julia ile gelirken yol kenarında gördüğüm “çöp atana 1000 dolar ceza” yazısının fotoğrafını çektim. Trafikte altlarındaki canavar motorlu araçları ile sürücülerin, güneşin altında, bisiklete binenlere karşı gösterdikleri sabır inanılmaz boyutlardaydı.

Santa Cruz’da her yönde ulaşım amaçlı bisiklet yolları bulunuyordu ve bu yollar üzerinde otomobillerin park etmesi yasaklanmıştı. Yol boyunca bu park yasağı levhalarını diğer trafik levhaları ile birlikte görmek mümkündü. Çevre otoyolun üzerinde sadece bisiklet için köprü yapılmıştı ve bu köprüye 2 kat burgu  şeklinde dar bir yoldan çıkılıyor ve aynı şekilde burgu ile iniliyordu. İnsanların lükse yöneldiği bu toplumda, bisikletlerin şaşırtıcı çokluğu dikkat çekiyordu. Doğrusu burada bisiklete binmek gerçek anlamda bir zevkti.

Frank ve Vita ile arkadaşlarının bize karşı davranışları da, pek akıl alır gibi değildi. 20 günlük bir programın 8 günü evde geçiyordu ve hiçbir ev sahibi bu süre içinde farklı kültürden insanlarla birlikte evdeki düzenini bozmak için hevesli olamazdı. Ama burada böyle olmamıştı. Belki de Santa Cruz’daki farklı kültürlerden gelen göçmenlerin çokluğu, bunun nedeni olabilirdi.

15 mayıs Pazar

Sabah yine her zaman olduğu gibi gece karanlığında döndüm durdum sağıma soluma. Türkiye ile saat farkı nedeniyle diurnal ritm şu an gündüz, kalk ayağa diyordu ama burada geceydi. Dışarı çıktım, karanlığın sessizliğinde, yalnız uzaktan geçen bir otomobilin homurtusu duyuluyordu.

Hızlı kahvaltıdan sonra Vita ile bisikletleri arabaya yükleyip Corralito’ya  gittik. Burada Türk Rest Stop’u hazırlamak için ekiple birlikte tezgahı kurduk. İkram listesinde çay, ayran, cacık, enerji içeceği, incir, baklava, badem, kuru kayısı ve bir gün önce hazırlanan yaprak sarması vardı. Bayrağımızı da uygun bir yere koyup, çay hazır olduktan sonra tam çay keyfi yapalım derken birkaç bisikletçi geldi. Parkur üç ayrı şekilde hazırlanmıştı. 25, 40 ve 100 millik üç ayrı seçenek harita ve asfalt yol üzerinde aynı renkle işaretlenmiş ve 900 katılımcının hepsine birer kroki verilmişti. Aralarda dört ayrı durak vardı. Biri Türk, diğeri İtalyan, Royal Oaks’da öğlen yemeği durağı ve Gizditch Ranch. Tüm turcular bu duraklardan geçiyor ve aralarda yol parkur seçeneğine göre uzuyordu. Bir süre sonra ilk turcular gelmeye başladı. 25 mili seçenlerin içinde kadınların ezici çoğunluğu dikkat çekiyordu. Arada annesi veya babası ile tura katılan çocuklar da vardı. Bunlardan biri annesinin yanında kendi bisikleti ile, diğeri tandem bisikletle babası ile beraber pedal çeviriyordu. Rengarenk formaları içinde baba ve dedelerin çokluğu da şaşırtıcıydı, belliydi ki bunlar 25 mili tercih etmişlerdi. Türk durağına gelenlere ayran ve yaprak sarmasını tarif ve tavsiye ederken giderek gelenler çoğaldı. Öğleye doğru 25 mili tamamlayan tek tekerlekli unicycle bisikletler gelmeye başladı. Tek tekerlek üzerinde yaklaşık 15-20 kişi teker teker geldi. Gelen bisikletçilerden birine bunu neden tercih ettiğini sorduğumda, boyun ağrısı nedeniyle dik durması gerektiğinden tercih ettiğini anlattı. Öğleye doğru Osman ve Vita’nın teklifi ile tura katılmaya karar verdim. Osman’ın temposuna uyunca birbirinden güzel karbon kadrolu, ultegra ve dura-ace malzemeli yarış bisikletlerine içim giderek baka baka ilerlemeye başladım. Alp ve Gökhan da 100 millik parkur üzerindeyken bize katıldılar. İlk durağımız İtalyan Rest Stop’du. Burada kahve içtikten ve biraz kek yedikten sonra yola devam ettim. Bisikletleri ve bisikletçileri seyrederken insana gerçekten bisiklete binme isteği de geliyordu. Yolda 2 tandem bisikleti geçerken ikisinin de sayısız fotoğrafını çektim. Bunlardan birinde baba ve 8 yaşında bir kız çocuğu bulunuyordu. Çevredeki devasa boyutlarda çınar, akçaağaç, meşe ve bilmediğim başka ağaçların, zaman zaman yolun üstünü tamamen kapaması seyre değer bir görüntü oluşturuyordu. Önümüzdeki sıkı bir yokuşun üstünde yere “pheaw” yazılmıştı ve buraya tükürülmesi gerekiyordu.  Doğrusu yarış bisikletlerinin bu yokuşu nasıl çıktığını merak ettim. Unicycle, tandem ve  1 adet rekümbent bisiklet dışında mtb kategorisinde  ancak 15-20 bisiklet vardı ve diğer ezici çoğunluk yarış bisikletlerine biniyordu. Özellikle yaşlı kadınların sürdüğü tamamı karbon fiber ve mtb komponentli yarış bisikletleri hayranlık uyandırıyordu.

Öğlen yemeğini Royal Oaks’da yedik. Vardığımızda inanılmaz bir kalabalıkla karşılaştım. Piknik masaları üzerinde sayısız insan, açık büfeden yemek ve içeceklerini alıp masaya oturuyorlardı. Benzer formaların yan yana oturup oluşturduğu manzara seyredilmeye değerdi. Yanımda oturan 7 kişilik bir gruptan birine sorduğumda Ohio’dan geldiklerini ve kulüp üye sayılarının kabarık olduğunu söyledi.

Ormanların arasında yola bir süre daha devam ettik. Gizditch Ranch Rest Stop, son duraktı. Boş bir işyeri altında saman balyalarının yerleştirildiği ve insanların bunlara bisikletlerini dayayıp, üzerine oturdukları ve sohbet ettikleri bir yerdi. Yandaki kafede Harley’ci sarkık bıyıklı ve göbekli motorsikletçiler bulunuyordu. Bu arada durağa yeni gelen tandemin üzerindeki küçük kıza rica edince, bisikletinin üzerinde güzel pozlar verdi. Bir şeyler atıştırıp ayrıldılar. Yola devam ettik ve bir süre sonra tandemi tekrar yakaladım. Tandemin üzerindeki Tom ve kızı Bernadette, adeta bir canlı tablo gibiydiler. Yokuş çıkarken babası ayağa kalkıp ter içinde pedal çevirirken, küçük kız da ayağa kalkıyor ve pedal çeviriyor, tepe bitip inişe geçince babası bisikletin üzerine yatınca çocuk da yatıyordu. Onları seyrederken inanılmaz bir heyecan duydum. İyi bir baba olduğu belliydi, onu içimden tebrik ettim. Kızı ile birlikte kat ettikleri 160 km.lik yolun o küçük kızın yaşamını olduğu gibi onları gören başkalarının da gelecek yaşamlarını etkileyeceğini düşündüm. Resimlerini çekip, onlara kartımı verdim. Oğlumla aynısını yaşamam gerektiğine karar verdim.

Parkuru bitirdiğimizde saat 17.30’du ve Aptos High School’da akşam yemeği yedik. Doğrusu bu kadar insanla birlikte pedal çevirmek, bu güne kadar yaşamadığım bir deneyimdi. Yemekten sonra eve dönerken yorgunluktan ziyade memnuniyet hakimdi.

16 mayıs Pazartesi

Sabah kahvaltıdan sonra herkes eşyalarını toplayıp dışarı yığdı. Frank ve Gökhan’ın getirdiği kamyona, önce Osman’ın tandem bisikleti, sonra da bizim bisikletler konuldu. Eşyalarda düzenlendikten sonra Napa State Park’a hareket edildi. Yolda, alışveriş ve yemek derken Park’a varış öğleden sonrayı buldu. Napa’ya vardığımda buradaki bir Winery’ye ziyarete gittik. Hemen dışarda akan çeşme gözüme ilişti ve bisikletin matarasını doldurup su içtim. Neden sonra akan suyun aslında çeşme olmayıp devri-daim yapan küçük bir havuz olduğunu anlayınca artık çok geçti. Kötüye bir şey olmaz deyip içeri girdim. Şarapların şişesinin 100 dolardan satıldığı şarap evinde Merlot, Carignan ve bunların karışımı şeklinde 6 çeşit  şarap üretiliyordu. Bağlar son derece düzenli, otomatik sulama sistemli ve hepsinin ortasında birer adet büyük döner vantilatör vardı. Parka geldiğimizde ve çadırlar kurulduğunda saat 16.00’a yaklaşmıştı ve artık bisiklete binmek için çok geçti. Akşam yemeğinden sonra erkenden yattık.

17 mayıs Salı

Sabah kahvaltıdan sonra 1 gece önce gelen Jim önderliğinde 95 kilometrelik Napa Vadisi ve dağlarında bir bisiklet turu yapmak üzere hazırlandık. Diğer grup 70 km.lik parkuru yapacaklardı. Jim 64 yaşında, az konuşuyor ve sabırlı görünüyordu. Gerçek bir bisiklet tutkunuydu. Son 30 km.de yarış bisikletlerinin arkasında kalınca kaybolmalar başladı. Her seferinde Jim geride kalanları için geri dönüp buluyor ve sonra yola devam ediliyordu. Alp’in kaybolmasından sonra Jim’in yüzündeki ifade buraya neden geldim der gibiydi. Yağmur hafif çise şeklinde yağsa da bizi fazla ıslatmadı. Yolda Trek Travel yazılı tepesi silme bisiklet dolu bir minibüs gördük ve bunların Napa Vadisine bisiklete binmeye gelen insanlar olduğunu öğrendik.

Dönüşte öğretmen emeklisi, Stephanie ile konuşmak eğlenceliydi. Çocuksu ve doğaldı, şefkatli bir yüreği olduğu her halinden belli oluyordu.

Akşam yemeğini kısa tur yapan Türk ekip yapacaktı. Duştan sonra biraz çadıra girip ısındım. Döndüğümde mangalda köfte, bulgur pilavı, patates ve bol soğanlı salata bizi bekliyordu. Yanında şarap, rakı ve bira da olunca herkesin keyfi yerine geldi. Yine erkenden yattım.

Katedilen mesafe 104 km/gün

Maksimum hız 57 km/saat

Ortalama hız 21.2 km/saat

Süre 4.54 saat/gün

18 mayıs Çarşamba

Gece karanlığında gözümü açtım yine. Amerika’ya geldiğimden beri hep 4-4.30 gibi uyanıyordum. Diurnal ritm henüz buraya ayak uyduramamıştı. Gece boyunca yağmur yağmıştı ve çadırın altına naylon serdiğimizden ve naylon kenardan dışarı taştığından alttan içeri su almıştı. Ve herkes aynı durumdaydı. Uyku tulumu ve yastık ile giyim eşyalarımızda ıslaktı. Programda 117 km.lik bir parkur olmasına rağmen kahvaltıdan sonra Frank ve grubun yarısını alıp Calistoga’da Comfort İnn oteline yerleştik. Otelde çadırları ve ıslak giysileri kuruttuktan sonra Pasifica Restorante Mexicano’ya gittik. Yemeğe önümüzdeki domatesli acılı sos ve cips ile başladık. Tavsiye edilen Burita Suprema gelince bizim mutfak kültürümüze yakın bir lezzetle karşılaştık. Sosun çabuk bitmesi üzerine garson birkaç defa daha sos ve acılı biber turşusu getirmek zorunda kaldı.

Yemekten sonra bir gün önce verilen 3 adet sorunun yanıtlarına geçildi. Bu deneyimden önceki beklentileriniz neydi? Buradayken neler öğrenmek, görmek, yapmak isterdiniz? Türk, El Salvadorlu ve Amerikalı bisikletçiler, sorulara akıllarına gelenlere göre cevap verdi. Ben de Frank’ın bisiklet aşkının aslında doğayı sevmek ve korumak anlamına geldiğini ve bunun aynı zamanda humanist bir yaklaşım olduğunu, kültürel değişim programının ise uluslar arası barışı amaçladığını, Frank ile Vita’nın evinin klasik anlamda bir ev olmadığını, evlerini bir okula dönüştürdüklerini, dünyanın her yanından davet ettikleri insanların kalplerine bu okulda barış tohumları ektiklerini ama kafalarına da soktuklarını ve bu tohumların daha sonra tüm dünyaya yayıldığını, Frank ile Vita’nın yaşamlarını bu ideale adadıklarını söyledim. Dünyaya açtıkları bu okul için onları tebrik ettim. Frank mevcut tablonun sadece kendilerine mal edilmesinin hatalı olacağını, emeği geçen bir sürü insanın bulunduğunu her zamanki mütevaziliği ile ekledi. Yemekten sonra otele dönüp uyuduk.

19 mayıs Perşembe

Sabah erkenden kalkıp eşyaları minibüse yükledik. Frank kamyonu teslim etmek için gitti. Kahvaltıdan sonra bisikletlere atlayıp yola çıktık. Yolun her iki yanı ağaçlık, ağaçların altı da yeşil çayırdı. Grup ikiye ayrıldı. Önde hızlı gidecekler, arkada yavaşlar, herkes grubunu seçti. Öndeki gruba Jim, arkadakine Osman ve Judy tandem bisikletleriyle önderlik edeceklerdi. Yolda bir ara hafif bir çiseleme olsa da, yola devam edip Korbel California Champagne’de şampanya tadımı için mola verdik. Tezgahın üzerindeki notta 8 çeşit şampanya tanıtılıyordu ve ucuzdan pahalıya doğru sıralanmıştı. 5 kişi dörder çeşit şampanya tadımından sonra artık utanıp dışarı çıktık. Ama şampanyadan olmasa da, ortamın ve barmenin güzelliğinden olsa gerek herkes keyifliydi. Hemen yandaki Delicatessen&Market lokantasında Türk olduğumuz için hindili sandviç yedik. Yola devam edip dünyanın en uzun ve en yaşlı ağaçlarının olduğu Armstrong Redwoods Parkına gittik. Colonel James B.Armstrong 1900’de 26 yaşında buraya yerleşip, korunması için satın almış ve ölümünden sonra da buraya adı verilmiş. Adı ile anılan ağaç 308 feet boyunda, çapı 14.6 feet, yaklaşık 1400 yaşındaydı. Bir diğer ağacın yaşı ise 1300 olarak kayıtlıydı. Parkta ağaçlar sıkı korunmaya alınmış, yürüme yolları ayrılmış ve yürüme yollarına ağaç yongaları serilmişti. Ortada bir yerlerden küçük bir dere akıyordu ve parkta ağaçlar ancak ölmüşse kesilip bulunduğu yerde çürümeye bırakılıyordu. Ekosistem korunuyordu. Her yer bu yönde uyarı levhaları ile doluydu. Gökyüzü ağaçlar arasından zorlukla görülebiliyordu. Parktan ayrılmak içimizden gelmedi ama yola devam ettik. Yol boyu meşe, çam, kestane ve adını bilmediğim diğer ağaçların yanından geçtik. Altı ve üstü yemyeşil ormanda, bisiklete binmek, başlı başına bir zevkti. Sonunda Russian River boyunca ilerleyerek Casini Ranch Campground’da kampı kurduk. Moskow Market çalışanı, okyanusun sadece 4-5 mil uzakta olduğunu söyleyince zaman da uygun olduğundan  tekrar pedallara asılıp Alp’le birlikte Pasifik okyanusu kıyısına gittik. Okyanusun kıyısında otururken kafamdaki mesafe kavramlarının da değişmeye başladığını düşündüm. Karşımda sanki görebilecekmişim gibi Japonya’ya doğru baktım, kırılan dalgaları seyrettim. Geri döndüğümüzde diğer grubun kampa varmış ve çadırları kurmuş olduğunu görünce sevindim. Gökhan bugün bisiklete binememişti, minibüsü kullanmıştı, ama yine de yüzü gülüyordu. Kamp kurulmuş, Vita yemeğin başına geçmiş, fıçı şarap kenara konulmuştu ve artık bana bir görev düşüyordu.

Katedilen mesafe 115 km/gün

Maksimum hız 68 km/saat

Ortalama hız 24 km/saat

Süre 4.52 saat/gün

20 mayıs Cuma

Sabah ilk defa olarak ortalık aydınlanırken uyandım. Galiba diurnal ritm artık kendini uydurmaya başlamıştı. Kahvaltı bittiğinde yine 2 gruba ayrılacağımızı ve 1. grubun 110 km, 2.grubun 80 km yapacağını herkesin grubunu seçmesini istediler. Öğlen yemeği olarak kendimize birer sandviç hazırlayıp, Osman ve Judy tandem bisikletleriyle, Jim, Chris, Berkant, toplam 8 kişi yola koyulduk. Cazadere yoluna girdiğimizde yokuşların sertliği de övgüye değerdi doğrusu. % 18 meyil işaretini görünce pedallara daha bir asıldık. Sürekli viraj ile ilk tepeye tırmandık, tatlı bir meyille indik, sonra tekrar tırmandık, hafifçe indik. Bu defalarca tekrarlandı. Bir ara yokuşu çıkarken arkamdan gelen bir homurtu ile kenara çekildim. Önümdeki tek sıra halindeki 6 kişiye “car back” diye bağırdım ama zaten herkes tek sıra gidiyordu. Hızım 13-15 arası gidip gelirken arkama döndüğümde bir canavarın arkamda korna çalmadan ve hiçbir sabırsızlık göstermeden benim hızıma uyarak geldiğini gördüm. Yokuş bittiğinde arkamdaki 8 silindirli Chevrolet pikap şerit değiştirdikten sonra yine korna çalmadan yanımızdan kontrollü bir şekilde geçti. Bu durum tüm California gezisi boyunca hiç değişmeden devam etti.

Öğlen saatinde tepelerden birinin üzerinde önümüzde birbiri ardına uzanan tepeler ve orman manzarasını bulunca mola verip yemeğimizi yedik. Osman yanıma gelip, önümüzde oturan Jim, Judy ve Chris’i göstererek “işte arkadaşlarım, işte Amerika bu” derken  onlarla övünç duyduğu belliydi.

Yemekten sonra, güneşin de etkisiyle çayırın üzerine serilip bir süre gözümü kapattım. Dik güneş ışınlarının altında yaz sıcağının egemenliğindeydim. Dünyanın öbür ucunda güzel bir dağda, görme ve hissetme duyusunun  zevkini çıkarıyordum. Seyahatteydim; yaşadığım yer ve günlük yaşamımla ilgili, hiçbir dert ve işin peşimden koşamadığı bir özgürlüğü yaşıyordum.

Tekrar yola koyulurken Berkant’ın arka lastiğinin patlak olduğunu görünce oturup onardık. Yol yine dik çıkışlar ve aynı şekilde inişlerden oluşuyordu. Önümdeki Berkant virajlara son hızla giriyor ve süratini eksiltmiyordu. Virajlardan ürktüm, ona yetişmekten vazgeçip hızımı yavaşlattım. 8-10 km gittim gitmedim, ormandan bir tuhaf ses işittim. Önce çocukların oyun oynadıklarını düşünürken sonra bunun bir inleme sesi olduğunu anladım ve ve frene basıp durdum. 52. km de yolun kenarına gelip aşağıya dere kenarına baktığımda Berkant ve Kazım’ın bisikletleriyle birlikte suyun içinde yattıklarını gördüm. Berkant kötü durumdaydı ve inliyordu. Ayakkabılarımı çıkarıp aşağıya inerken Gökhan arkadan geldi, sonra diğerleri. Kazım ses çıkarmadan derenin yanındaki taşların üzerinde yatıyordu, ama bir şeyi yok gibi görünüyordu. Berkant’a baktığımda sağ uylukta şiddetli ağrı, şişlik, göğüste solunumla şiddetli ağrısı vardı. Nabzı normal görünüyordu. Hep birlikte onu yukarıya taşıyıp güneşli bir yere yatırdık. Arka tekerinin inişte tekrar patladığını ve kontrolünü kaybettiğini söyledi. Kazım’sa kendi kendine yukarı çıkıp asfalta yattı. Bu arada Judy telefonu Chris’e verip, sinyal alan bir yerden acil yardım istemek için gönderdi. Chris her zamanki sakinliği ile telefonu alıp yola çıktı.  Yarım saat kadar sonra itfaiyenin ilk yardım görevlisi geldi. Arkasından da paramedic görevlisi ve bölge şerifi derken ortalık resmi araç doldu. Her iki yaralıyı da uygun şekilde bağlayıp götürdüler. Herkesin keyfi kaçmıştı. Yola devam edip kampa geldiğimizde herkes merak içindeydi. Olayı  herkese tekrar tekrar anlatmak zorunda kaldım

Katedilen mesafe 86 km/gün

Maksimum hız 62 km/saat

Ortalama hız 19.7 km/saat

21 mayıs Cumartesi

Sabah kahvaltıdan sonra kampı toplayıp minibüse yükledik. Jim ve Stephanie bugün ayrılıyorlardı. Stephanie’nin hep güleç yüzü ve sempatik tavırlarını tekrar Santa Cruz’da görecektik. Önce Duncan’dan ormanların arasından geçtik. Sonra Osman ve Judy’nin tandeminin hızına uyunca kilometreler hızla tükenmeye başladı. Yine bir kez daha, ovadan yukarıya, dağlara çıktık ve ormanlar bitip manzara geniş çayırlarda otlayan koyun ve inek sürüleri görüntüsüne döndü. Tandemin arkasında bir süre Alp ve Gökhan ile beraber giderken Alp yorulup rüzgar boşluğundan koptu. Bense Gökhan’ın  arkasındaki yerimi bırakmaya pek niyetli değildim. Nihayet Oksidental kasabasına vardık ve arkadan gelenleri beklemek için durduk. Etrafta tek katlı evler, bir sürü bisikletçi vardı ve önümüzdeki yoldan arkasındaki römorkta tıka basa bisiklet ve rüzgar sörfü dolu arabalar geçiyordu. Oturduğumuz kahvenin karşısında 3 tekerlekli bir BMW  vardı. Gidip yakından bir baktım. Karşı köşede ise çok sayıda Harley Davidson’lu motorsikletçi sohbet ediyorlardı. Gözde onların yanına gidip beraber resim çektirdi. Bu arada bisikleti boş verip onlara takılması yönünde teklif de aldı.

Moladan sonra Osman ve Judy’nin arkasında tekrar sürat başladı. Hafif yokuşlar 30-35 km, düz yolda ise 40-45 km ile gidiyorlardı. İnişlerde ise tandeme yetişmek mümkün görünmüyordu. 60 km sürat ile bir süre arkalarından pedal çevirdikten sonra artık 70 km.nin üzerine çıkan süratlerde benim Nishiki mtb ile yetişmem mümkün görünmediği gibi, bu süratlerde öndeki bisikleti takip etmek bana tehlikeli de göründü. İnişlerde 2 kez hızın tehlikeli süratlere çıkması nedeniyle rüzgar boşluğundan çıktım. Neyse ki yokuşlar vardı ve yokuşta tekrar tandemi yakalayabiliyordum. Bir 15-20 km daha bu şekilde gittikten sonra artık tahammül edecek halim kalmadı ve pes ettim. Rüzgar boşluğundan çıkıp 30-35 km ortalama ile bir süre gidince tekrar solunumum normale döndü. Kendime gelince, içimden keşke uzun bir  yokuş çıksa da tekrar yetişsem derken, yokuş göründü. Ama ne yokuş; ayağa kalkıp bacaklarımın tüm gücüyle yokuşa saldırdım. Galiba biraz da tandemin hızını azaltması ile tekrar Osman, Judy ve Gökhan’ı yakaladım. Gökhan bugün müthiş bir performans göstermişti ve dağ bisikleti ile tandemin arkasından hiç ayrılmamıştı.

Monte Rio’dan sonra uçar gibi vardığımız Tomales’de güneşin altında yanımızda getirdiğimiz öğlen yemeğini yedik. Okyanusu ve Tomales Körfezinin görüntüsünü seyrettik. Güneye doğru ilerlerken rüzgarı da arkamıza aldık. Tabii keyfimiz yerinde sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Rüzgarı arkasına alan tandem uçuşa geçti. 40-45 km hızla düz yolda tandemin arkasında giderken çevremi görmüyordum bile. Gözüm Gökhan’ın arka tekerinde, her iki elim frende, bu sefer 45-50 km hızla çılgın bir seyir başladı. Osman’ın performansına diyecek yoktu. Judy ise tandemin arkasında uyumlu bir şekilde pedal çeviriyordu. Tandem bisikletlerde uyumun ne kadar önemli olduğunu sonradan kendi deneyimimle görecektim. Kısa bir moladan sonra diğerleri ile buluştuktan sonra 4 mil ilerdeki Olema Ranch Campground’da  kampı kurduk. Bu akşam yine Türk yemeği pişecekti ve alışverişten sonra Gözde’nin talimatları doğrultusunda yemek hazırlığına giriştik.

Akşam Paula, Chris, Julia ve Michael’da geldiler, yemeği beraber yedik. Yemekten sonra ateşin etrafında oturup bir gün önce verilen sorularla ilgili herkes kendi fikrini anlattı. Kendi ülkenizde Amerika hakkındaki düşünce nedir ve bunu kendi Amerika deneyiminizle nasıl karşılaştırırsınız sorularının yanıtları şaşırtıcı oldu. Amerikan dış politikasının Ortadoğu’daki yansımasının bu kadar olumsuz olabileceğini düşünmemişlerdi.

Katedilen mesafe 75.8 km/gün

Maksimum hız 67 km/saat

Ortalama hız 33.7 km/saat

Süre 3.12 saat/gün

22 mayıs Pazar

Sabah kampı topladık, kahvaltıdan sonra saat 08.30 gibi yola çıktık. Bugün hedefte San Fransisko vardı. 15 km kadar tandemin arkasında Gökhan, Alp Michael, Chris’le birlikte gittikten sonra yolun kenarında toplandık. Önümüzde 7 millik sıkı bir yokuş olduğu söylendiğinde Liane’nin yüzü ekşidi. Yokuşa sardığımızda yanımızdan ve karşımızdan sayısız bisikletçi geçti. İnsanlar kadın, erkek rengarenk kıyafetleri içinde keyif içinde bisiklete biniyorlardı. Chris’in anlattığına göre, arabalarını çevre kasabalara bırakıp bisiklete binenlerin sayısı öylesine çoğalmış ki, kasaba sakinlerine park yapacak yer kalmayınca park yerleri dışında park edenlere trafik cezaları kesilmeye başlanmış. Bir ara yokuşta hızımı artırıp 13-14’e ulaşınca Michael’i geçtik ama galiba arkadan gitmek istemedi. Tekrar ayağa kalkıp hızını artırdı ve gözden kayboldu. Yarış bisikletleri ile yokuşta kapışmak hoşumuza gitmişti. Bizden başka dağ bisikleti kullanan da yok gibi bir şeydi. Başlarda yolun iki yanı ormanlık iken tırmandıkça orman yerini geniş çayırlara bıraktı. Ağaçların sık olduğu bir yerde, Gökhan’ın bisikletine bir hayvan atladı, Gökhan şaşırdı. Tekere çarpan hayvan sonra tekrar geriye düşünce sincap olduğunu anladık.

Rakım 595 metrede yokuş bittiğinde şaşırtıcı bir tepedeydik. Başımızın üstünde, çepeçevre etrafımızda, ayaklarımızın altında, müthiş bir manzaranın tam içindeydik. Aşağıda kıyıda, okyanusun ard arda kırılan dalgalarını görüyorduk.

Minibüsde burada park etmişti. Mount Tamalpais State Park’da Vita ve Julia’nın getirdiklerinden kendimize birer sandviç hazırlayıp öğlen yemeğini yedik. Yemekte Osman bulunduğumuz Mount Tamalpais’in dağ bisikletinin doğduğu  yer olduğunu anlattı. Gary Fischer ve arkadaşı burada çocuk bisikletlerini modifiye ederek, tepeden aşağı yarışlar düzenlemişler ve bu yarışlar giderek dağ bisikletinin öncülerinin ortaya çıkmasına yol açmıştı.

Yemekten sonra genellikle dik iniş şeklinde bir yol izledik. Frank öndeydi ve kimsenin kendisini geçmesini istemedi. İniş bitince Sausalito’ya girdik. Okyanus kıyısında küçük ve sevimli bir kasabaydı. Bisiklet yoluna girdiğimizde binlerce insanın bisikletleri ile gidip geldiğini gördüm. 110.Higway’in viyadük köprüsü altından, sonra su üzerinde yüzen evlerin yanından geçtik. Verandalarında saksılar içinde çiçekler sarkıyordu. Biraz yokuş çıkınca Golden Gate köprüsüne çıktık. Pazarları köprünün sağ tarafı bisikletlere, sol tarafı yayalara açılıyormuş. Köprüye çıktığımızda rüzgar da kuvvetlendi ve ortasını geçtiğimizde kontrolu kaybettirecek kadar kuvvetle esmeye başladı. Yanımızdan yüzlerce bisikletli peş peşe her iki istikamette gidiyordu. Köprünün bittiği yerde inşa eden mühendis Joseph B.Strauss’un bir heykeli ve köprü hakkında bilgiler bulunuyordu. Köprü 1929-37 yılları arasında inşa edilmişti ve 4200 feet uzunluktaydı. Aşağımızda, körfezde ise yüzlerce yelkenli, sert esen rüzgarda seyrediyorlardı. Yola devam ettiğimizde marinanın yanından geçtik ve teknelere bakarken yine içim gitti. Bir gün bu yelkenlilerden biri de benim olacaktı ve uzak denizlere yelken açacaktım. San Fransisko’nun ortasında Fort Mason Hostel’de yerleştik. Burada duşlar 6 kişilik, bizim oda 9 kişilikti. Ortalıkta dünyanın farklı dillerinden kelimeler uçuşuyordu, kaydımızı yapan hanımın da Bodrum’da 4 ay çalışıp çat pat Türkçe konuşması bize sürpriz oldu. Yıkanıp biraz dinlendikten sonra yemeğe çıktık.

Meşhur troleybüslerden birine binip, biraz da yürüdükten sonra Alaturka Turkish Cuisine’ye gittik. İçerde çalışanlar Türktü ve tabii ki yemekler de. Garsonumuz Burcu’ya mercimek çorba ve iskender ısmarladım ve ertesi gün gitmek istediğimiz yerleri haritada işaretlettim. Burcu Hopa’lıydı ve “lazın topalı Madagaskara gitmiş” espirime çok güldü.

23 mayıs Pazartesi

Bugün serbest gündü. Herkes San Fransisko’da istediğini yapacaktı. Artık kenti bilinçli bir şekilde gezmeye başlamanın zamanıydı. Birgün önce gelen Frank Correia ile tanıştık ve bizim kentte bisiklet turu yapacağımızı öğrenince, o da bize katılmak istedi. Bir Amerikalı ile birlikte gezmek bize de çekici geldi. Kenti ne olsa bizden iyi biliyordu ve dil sorunu yoktu. Sabah Hostel’de kahvaltı yapıp çıktık yola. İlk durak Sport Basement idi. Her türlü spor malzemesinin olduğu söylenmişti ama bisiklet bölümünün bu kadar büyük olacağını düşünmemiştim. Buradan kevlar şerit ve yelek aldım. Alp ve Gökhan’da bir şeyler aldıktan sonra çıktık. Bu sefer rota China Town idi. Amerika’da yaşayan en büyük Çinli nüfus burada yaşıyormuş. Semtte şöyle bir gezindikten sonra Market Street yolu ile Transamerica Pyramid Building yanından Hyde Street’e sapıp Cable Car’ların resmini çektik. Yokuşun dikliği nedeniyle kablo ile çekilen tramvaylardı bunlar. İnsanlar üzüm salkımı gibi kenarlarından asılarak gidiyorlardı. Hep filmlerde gördüğümüz yokuş, biraz düzlük sonra tekrar yokuş şeklindeki caddenin de sayısız fotoğrafını çektik. Yönümüzü Best Buy’a çevirdik. Elektronik her türlü eşya inanılmaz fiyatlarla satılıyordu. Yol üzerinde ise, zenginlik ve ihtişamın yanı başında, köşe başlarında bekleyen, ellerindeki küçük elektronik eşyaları satan, gelen geçene laf atan, hırpani kılıklı zenciler bekleşiyorlardı.

Sonra Golden Gate Parkına gitmeye karar verdik. Ama park inanılmaz büyüklükteydi ve tahmin edileceği üzere kaybolduk. Frank elinde harita ile çevredeki  insanlara defalarca sordu ise de sonunda dayanamayıp boşver haritayı, bu yoldan gidelim dedim. Gidecek yerin değil, bizim için önemli olanın sadece bir yerlere gitmek olduğunu, neresi olduğunun çok da önemli olmadığını söyleyince güldü, sırtıma vurdu. Yol üzerinde Aboratoreum’da güzel bir bitki serası gördük, önündeki geniş çimenlikte San Fransisko’lu güzeller cömert pozisyonlarda güneşleniyorlardı. Devam ettiğimizde Hollanda Rüzgar Değirmenine vardık. Ahşaptan yapılmış büyükçe bir yapıydı. Çevre düzenlemesi ise göz kamaştırıyordu. Bir süre sonra tekrar okyanusun kenarına çıktık ve Cliff House önünden müthiş bir rüzgara karşı yokuş çıktık. Kentin kenar mahallelerindeydik, evler saray yavrusu görünümdeydi. Deklanşör çalıştı. Tabii yol bitmedi. Yine Golden Gate köprüsü kenarına çıkmıştık. Sport Basement önünden plajda bir yol bulup, sörfçülere baka baka, kentin içine tekrar daldık. San Fransisko alan olarak aslında büyük bir kent değildi. Doğudan batıya ve güneyden kuzeye 11 km.lik bir alanda kuruluydu. Alan dar olduğundan ve bizdeki gibi herkes istediği yerde ev yapamadığından yukarıya doğru büyümüştü. Palace of Fine Art yanından yola devam ettik. Sanıyorum bu sefer Frank biraz da bizi denemek için nerede yokuş varsa bizi oraya götürdü. Karşımıza inanılmaz diklikte bir yokuş çıktı. Ön tekerlek havaya kalkmasın diye öne eğildim. Uzun zamandır kullanmadığım, arkadaki 32’li dişliye vitesi attım. Hadi bizimkiler dağ bisikletiydi ama Frank yarış bisikleti ile nasıl çıkıyordu inanamıyordum. 54 yaşında Portekiz asıllı, saçları kırlaşmış, elleri yağ içinde, Toyota’da mekanik bölümünde çalışan, garajında 20 küsur bisikleti olan bir teknisyendi. Vücut yapısına bakılırsa güçlü  görünüyordu, pedal çevirmekten ve mimiklerini izlemekten zevk almıştım. Ara sıra kırmızı ışıkta geçen bir bisiklet delisiydi; aynı dili konuştuğumuzu hissettim, bizden biriydi. Belki de Akdenizli olmasındandı.

Neyse yokuş bitti ve beklemediğimiz bir olay oldu. Yokuşun sonunda bir ışıklı kavşak vardı ve tüm trafik bizi görünce aniden durdu ve bize yol verdiler. Önce ne yapacağımı kestiremedim ama yokuşun üstünde artık duracak halim de yoktu. Dilim bir karış dışarda, arabalarının içinde bize ilgiyle bakan insanların önünden resmi geçit yaptık. Buradan sonra sola dönüp China Town’a tekrar saptık. Bu sefer bisikletten inip sokaklarda yürümeye başladık; kalabalığa baktım. Her tarafta Çince yazılarla dolu dükkanlar vardı. Balık ürünleri satanlar ve pişmiş et ürünleri satanların birkaç fotoğrafını çektim. Vitrindeki pişmiş ördek, tavuk ve bilmediğim türlü çeşit kızarmış kuş ve parçaları iştah açıcı görünüyordu ve havadaki kesif kızartma kokusu, yandaki dükkanlardan gelen balık kokuları ile karışıyordu. Çinlilerin, meraklı turistlerin ve duyulması  olası tüm kokuların arasından ilerlemeye devam ettik. Yemek teklifimden, Alp “hocam motoru bozmayalım” deyince vazgeçtim.

Burdan sonra Frank bizi Crookedest Street- Lombard Street’e götürdü. Yokuş çok dik olduğundan sadece inişe ayrılmıştı ve yol S şeklinde yapılmıştı. Yukarıda ve aşağıda turistler fotoğraf çekiyorlardı. Burayı indikten sonra Pier39’a gittik. Deniz kenarı düzenlenmiş ve marinaya bakan güzel bir semt yaratılmıştı. Bir cambazın kutu ve bıçaklarla yaptığı hünerini izledikten sonra az ötedeki deniz aslanlarının bulunduğu yere gittik. Yüzlerce deniz aslanına marinada bir yer ayrılmıştı ve ahşap setler üzerinde yatıp güneşleniyorlardı. Ortalık yine bisikletçiden geçilmiyordu. San Fransisko’yu gezmenin en iyi yolunun bisiklet olduğu kesindi ve pek çok kiralama şirketi bulunuyordu. Kiralık bisikletler önlerindeki şirketin adının yazılı olduğu çantaları ile hemen her yerdeydiler.

Saat  akşama yaklaşmıştı ve yemeği Ali ile Arzu yapacaktı. Döndüğümüzde 50 km.lik bir yol yapmış olduğumuzu söyleyince Vita, şehirde kaç tur attığımızı sordu. Nerdeyse şehri sokak sokak gezmiştik.

24 mayıs Salı

Hostel’de güzel bir kahvaltıdan sonra bu sefer artık dönüşe geçecektik. Golden Gate köprüsüne doğru deniz kenarından biraz yol alıp sonra dağa tırmanmaya başladık. California of Honor Palace of The Legion’da biraz oyalanıp toplanık. Amerika’da tarih olmadığından, bize göre yeni sayılan dönemlere ait anıtlar tarih adı altında sergileniyordu. Burada da Cumhuriyetin kuruluşunda savaşan meçhul askerlere ait anıtlar bulunuyordu. Birkaç resimden sonra yola devam ettik. Doly City’nin yanından geçerken manzara doyulmazdı. Pasifica’da durup tekrar grubu topladık. Küçük bir kasabaydı ve bir kavşaktan ibaretti. Motorsikletçilerin çokluğu dikkat çekiciydi. San Bruno ve Hillsborough yolundan Half Moon Bay’de durup öğle yemeği yedik. Yemekten sonra bisiklet yoluna girdik. Ortada sarı kenarlarda beyaz şeritli her bir şerit 1.5 metrelik gidiş-gelişli bir yoldu. Her iki yanı ormanlık yolda, zaman zaman ağaçlar yolun üzerinde birleşip üstümüze gölge  yapıyordu. Yol boyu bisiklete binen, yürüyen ve koşan yüzlerce insanla karşılaştık. Bunlar arasında kadınların tek başlarına yürüyüp koşması gerçekten hoş bir manzara oluşturuyordu. Crystal Springs Resovior’da baraj yanında toplanmak için durduğumuzda Mustafa’nın kaybolduğu anlaşıldı. Minibüsle uzun telefon  görüşmelerine rağmen sonuç alınamayınca Jim ve Chris, aramak için geriye döndü. Çevre, öğretmenleri ile birlikte gelen okul çocukları ile doluydu ve neşeli kahkaha sesleri geliyordu. Yola devam ettik, her iki yanımız göz alabildiğine çayır ve dağların tepeleri kısmen sis içindeydi. sıkı bir yokuştan sonra aynı sıkılıkta bir iniş ve ardından dar ve müthiş bir kamyon trafiğinin bulunduğu bir yoldan Taqueria 3-Amigos Mexican Food’a vardık. Akşama doğru Butano Ranch Campground’da çadırları kurduk. Yine dünyanın en büyük ağaçları olan Sequoia, Monterey Selvisi ve ceviz ağaçları dışında adını bilmediğim başka ağaçların bulunduğu vahşi bir orman ve tertemiz tuvaletleri ile tenha bir parktı. Tenha olmasının nedeni sıcak su ve duşun bulunmamasıydı. Notlarımı alırken yanıma gelen Vita, Amerikalıların kampı sevdiklerini ama konforlarını da beraberinde istediklerini söyledi. Buz gibi akan çeşmenin suyunu bisikletin matarasına doldurup, Alp ve Gökhan’la birlikte duşumuzu aldık. Diğerleri soğuk su nedeniyle duş almamayı tercih etti. Bir bardak şarabımı da alınca rahatlayıp akşam yemeğine yardımcı oldum. Jim ve Stephanie’nin torunu Britney akşam yemeğini pişirdi. Doğrusu güzel bir makarna olmuştu.

25 mayıs Çarşamba

Butano parkında çadırda uyumak gerçekten zevkti. Gece iyi uyudum. Sabah kalktığımda, kampı toplayıp arabaya yükledik. Kahvaltıdan sonra kamp görevlisi ile birlikte resimler çekildi ve yola koyulduk. Bugün yolumuz kısaydı. Bütün vadi, ağaçların üstünü örten bir sisin ardına gizlenmişti sanki. Bir süre dağların arasında ormanlık bölgede pedal çevirdikten sonra okyanus kıyısı boyunca ilerleyip Alp, Gökhan ve yolda rastladığımız Britney’i de ara sıra iterek hızla ilerlemeye başladık. Davenport’tan sonra artık grup da dağılmıştı. Önüme çıkan bir kavşakta biraz beklemenin iyi olacağını düşünüp, kavşağı biraz geçip az ilerde bekledim. Alp ve Gökhan hemen arkamızdaki Another Bike Shop’a girdiler. Ben de Britney’le sohbete daldım. Berkeley’de okuyan sempatik bir üniversite öğrencisiydi, biraz toplucaydı ama iyi pedal basıyordu. Bana hocalık günlerimi hatırlattı. Gelen giden olmayınca bende bisikletçiye girip burası neresi diye sordum. Meğer Santa Cruz’a gelmişiz, haberimiz yokmuş. Ekibi toplarken Ali ve Arzu’da çıkageldi. Hep birlikte Frank ve Vita’nın evine doğru yola çıktık.

Katedilen mesafe 106.8 km/gün

Maksimum hız 62 km/saat

Ortalama hız 20.7 km/saat

Süre 5 saat/gün

27 mayıs Perşembe

Sabah yine erkenden kalktım, yatakta döndüm durdum. Oğlumu düşündüm, özlediğimi fark ettim. Neyse ki gezinin sonuna gelmiştik ve bir daha bu kadar uzun süre oğlumdan ayrılmamaya karar verdim. Vita  ile Frank’ı düşündüm. Uzun bir süredir evlerinde kalıyordum, yaşama sımsıkı bağlı, insan ve doğa sevgisiyle dolu iki insan. Farklıydılar, evlerine davet ettikleri insanları ciddiye alıyorlardı ve bu evde sınırsız bir hoşgörü vardı. Evleri adeta bir okuldu ve bu okulda davet ettikleri insanların kalplerini kazanıyorlardı. Yaşamlarını ideallerine adamışlardı. Konukları olmaktan gurur duydum.

Kahvaltıdan sonra Vita ile biraz lafladım. Evlerine gelen diğer konuklardan ve dini farlılıklardan konuşurken Frank Courier geldi. Bugün bizi arabasıyla bisikletçi dükkanlarına götürecekti. İlk durak Dave’s bikes idi. Hem yeni, hem de eski bisikletler ve parçaları satılıyordu. Bundan sonra Campbell’de Outdoor World ve Performans Bicycles, Frys Elektronik Mağazasını teker teker ziyaret ettikten sonra sıra Mountain View’da dünyanın en büyük bisiklet mağazası olan Supergo’ya gittik. Gerçekten görmesem inanmazdım, mağaza gerçekten devasa boyutlardaydı. Yüzlerce bisiklet ve binlerce bisiklet parçası raflarda diziliydi ve insan nereye bakacağını şaşırıyordu. Çıktığımızda saat 16.00’ya yaklaştığından akşam yemeği için geri döndük. Akşam yemeği için Gary’nin evinde buluşulacaktı. Gittiğimizde bizi epey bir kalabalık ve sıra sıra yemekler karşıladı. Gary vejeteryandı ve evinde et ürünü yenmiyordu. Yemeklerse gerçekten lezzetliydi.

26 mayıs Cuma

Sabah kahvaltıdan sonra kamp malzemelerini toplayıp arabaya yükledik. Bisikletin lastiğini Frank’ın verdiği 26×1.25 lastik ile değiştirdim. Tamamen düz, üzerinde hiçbir çizgi olmayan bir lastikti. Pek aklıma yatmamıştı ama, yola çıktığımda bisikletin yağ gibi kaydığını farkettim. Osman’ın akort teli dahil tamamen karbon ve Campagnolo malzemeli Trek yarış bisikleti önde, biz arkada yolculuğa başladık. Gökhan benden daha yapılı olduğundan onun rüzgar boşluğuna yerleştim ve 40 km. kadar gittikten sonra bir toplanma molası verdik. Kilometre saatine baktığımda ortalama hızımızın 31.8 olduğunu gördüm, adeta uçmuştuk. Gruptan kopan Alp ve onu yalnız bırakmayan Frank birkaç dakika sonra geldiler. Suyumuzu içip, ihtiyaçlar giderildikten sonra bu sefer daha yavaş bir tempoda bisiklet yoluna girdik. Her iki yanımız kedi tırnakları ile doluydu ve çiçek açmışlardı. Uzaktan okyanus görünüyordu. 15-20 km. kadar bisiklet yolundan gidince, uzaktan Monterey göründü. Bir tatil kenti görünümündeydi. Veterans Memorial Parkta kampı kurduk, öğlen yemeği yedik. Yemekten sonra Frank bizden ayrılıp Santa Cruz’a döndü. Kuzeyde bir  yerlerdeki bir bisiklet yarışına gidecekti. İnsanların modifiye ettikleri tuhaf bisikletleri ile yaptıkları bir yarıştı bu. Ben de  Alp ve Gökhan’la birlikte kent turu yapmaya karar verdim. Osman’da bize katıldı. Monterey’de bulunan bisikletçileri gezdik.

Kampa döndüğümüzde diğer grup Aquarium’a gitmişti. Kamp ateşinin yanında yemeğimizi yerken Emily, kaza geçiren Berkant, Muhlis, Stephanie ile birlikte Liane ve Gözde de gelmişti. Emily ile biraz CCE’yi konuştum. CCE grubunu anlatırken, yaptıklarının bilincinde olduğunu gördüm. Hareketleri, giyim tarzı, konuşması ile gerçek bir zerafet ve nezaket örneğiydi; onunla konuşmak bir zevkti.

Katedilen mesafe 90.5 km/gün

Maksimum hız 61 km/saat

Ortalama hız 26.8 km/saat

Süre 3.37 saat/gün

28 mayıs Cumartesi

Sabah kahvaltıdan sonra Alp, Monterey’de tek başına gezmeyi tercih etti. Biz de Osman’ın liderliğinde çevrede uzunca bir gezi yapmaya karar verdik. Hedef Big Sur’a gitmek, güzelliğiyle ünlü Big Sur’un fotoğraflarını çekmekti. Yola çıktığımızda Gökhan kayboldu, kalanlarla yola devam ettik. Mavi gökyüzü altında, Pebble Beach çevresindeki sahildeki milyon dolarlık modern yazlık villaları, çayırlık alanları, bahçeleri ile önlerindeki dünyanın en pahalı arabalarının arasından geçtik.

Sağımızda okyanus, solumuzda uçsuz bucaksız golf sahaları uzanıyordu. Osman son dünya golf şampiyonasının burada yapıldığını söyledi. Golf sahası içinde bir abide gibi yanlara doğru dağılan Monterey selvileri adeta bir sanat eserini andırıyordu ve üzerlerinden güneş her yana ışıltılarını saçıyordu. Rüzgar arkadan ve hafif yandan esiyordu ve yol da iyi gidiyordu. Ancak grubun hızına uyamayıp arkada kaldım. Diğerlerinin arasında tek dağ bisikleti benimkiydi. Dağ bisikleti ile yarış bisikletinin sürat farkını burada daha iyi anladım. Lastik ne kadar ince olursa olsun, mtb yürümüyordu. Bisikletin üzerindeki pozisyon ve vites sistemleri, ağırlık dağılımı, her şey önemliydi. Yolda Julia ve Michael’i gördük, dönüyorlardı. İçimden onlara katılmak gelse de devam edip Rocky Creek Köprüsünü geçerek Big Sur’a vardık. Ama dönüş beni kaygılandırıyordu. Kilometre saati 75’i gösteriyordu ve ancak karanlıkta varacağımı düşünmeye başladım. Bir şeyler yedikten sonra diğerlerini beklemeden kalkıp yola koyuldum. Rüzgar önden öylesine kuvvetli esiyordu ki, bir ara yokuş aşağı bisikleti bıraktım, bisiklet durdu. Yokuş çıkarken problem olan rüzgar, inişlerde de yolu yokuşa çeviriyordu. 35 km kadar gittikten sonra bana yetiştiler. Campbell’den sonra geldiğimiz yolun dışında daha kısa bir yoldan gelmek üzere  bir yokuşa sürdük bisikletleri. Bir süre daha gittikten sonra Monterey’e vardık. Saat 16.30 sularıydı ve gidip oğluma Bay Bike Shop’tan bir adet treyler bisiklet aldım. Benim bisikletin arkasına bağlayıp kamp alanına döndük.

Akşam yemeği için Julia ve Michael et ve sosis getirmişti. Geçen yıldan tanıdığım Julia’nın, eşi Michael’le bisiklet gibi yaşamlarında paylaştıkları kocaman bir ortaklık olduğunu gördüm. Mutlu görünüyorlardı. Jim gitar çalıp etkileyici sesi ile western parçaları söyledi. Balıkçı emeklisiydi, uzun boyu, beyaz saçlarıyla, arkada bıraktığı onca yıla karşın, güçlü görünüyordu. Yüzünde geride bırakılmış güzel bir yaşamın izlerini gördüm. Mangalın yanında şarap iyi gitti.

Katedilen mesafe 136 km/gün

Maksimum hız 69 km/saat

Ortalama hız 22.7 km/saat

Süre 9.49 saat/gün

29 mayıs Pazar

Sabah kahvaltı ve kamp toplama faslı bittikten sonra, yine 2 gruba ayrılıp düştük yollara. Alp ve Gökhan, Frank’la konuşup bugün kendi başlarına doğrudan Santa Cruz’a dönmek, kalan zamanda kentte gezmek istemişlerdi.  Highway yanındaki her iki yanı ağaçlık ve kedi tırnakları ile kaplı 23 km.lik kesintisiz bisiklet yolundan gittik. Sonra ananas ve çilek tarlaları arasından mis gibi çilek ve ananas kokularını içimize çekerek yol almaya başladık. Bir süre sonra bir bakkalın önünde grup toplandı. Bugün benim dinlenme günümdü. Dünkü sıkı yoldan sonra adeleler kasılmıştı ve kendimi zorlamamam gerekiyordu. Osman ve arkasındakileri bırakıp Frank ve Julia’nın peşinde onların hızıyla ilerliyordum. Bir ara yokuş çıkarken arkamdan bir elin beni ittiğini hissettim. Frank’ti ve yakın zamandaki açık kalp ameliyatı geçirmiş biri için inanılmaz bir performansı vardı. Bir kaşifin, gezgin ruhu vardı onda. Yaşama sımsıkı bağlı, sabırlı biriydi. Dünyayı keşfetmek, görmek, tanımak için kendi cesaret ve direnç sınırlarını zorlayanlardandı. Bisikletle Avrupa’yı gezmiş, soğuk savaş döneminde Sibirya’ya gitmiş ve Vita ile dönmüştü.

Grupta Judy, Osman, Frank, Julia, Michael, Ali ve Arzu vardı. Santa Cruz yolunda ilerleyerek Castroville yönüne sağa döndük ve Elkhorn Slough National Estuarine Reserch Reserve parkında mola verdik. Uzakta bir elektrik santralının bacası ve okyanus görünüyordu. Okyanusla toprak arasında ise bir gölet vardı. Yağmur suları fazla yağdığında park görevlisi Christina, gölete aktığını ve okyanusun gel-git sırasında her gün gölete tuzlu su taşıdığını, çevrede birçok balık ve kuş çeşidinin yaşadığını anlattı. Parka girerken herkesin ayakkabılarını fırçalaması ve ilaçlı suya sokması zorunluydu.

Yola devam edip Watsonville’in içinden geçip Corralitos’da kahve molası verdik. Kahvemizi içerken yanımızdan geçen 5-6 kişilik rengarenk bisiklet giysileri içindeki hatun grubu için Ali’nin “günden mi geliyorlar, güne mi gidiyorlar” sorusu gülüşmelere yol açtı. Aptos’a vardığımızda bir müzik festivalinin olduğunu gördük. Zaten Britney’de bu nedenle bize katılmamıştı bugün.

Katedilen mesafe 72.5 km/gün

Maksimum hız 53 km/saat

Ortalama hız 22.6 km/saat

Süre 3.12 saat/gün

30 mayıs Pazartesi

Bugün yine serbest gündü ve planımız Santa Cruz’da keyfimize göre dolaşmaktı. Sabah Gökhan önce Osman’ın evine gidip bisiklet bakmak istediğini söyledi. Kendine bir yarış bisikleti almak istiyordu ama uygun bir şey bulamadı. Ben de bu arada garajdaki 16 bisikletin resmini çektim. Judy’nin ikram ettiği çayı içerken evlerine bir göz attım. Ev bisiklet kitapları ile doluydu ve her ikisine ait kitapları karıştırırken, bisiklet sevdalısı bir aileyi, bisiklet sevdasının insanı nerelere götürebildiğini gördüm. Tandem üzerindeki uyum, ilişkilerinde de gözleniyordu. Bu güzeldi.

Bu arada saat öğle olmuştu ve Alp bizi bekliyordu. Alp’in evine gittiğimizde ev sahibesi Jane’in zevkine hayran olmamak mümkün değildi. Sahil kentlerine özgü mimari tarzda, geniş ve sürgülü camlı pencereleri olan ve fazla hiçbir eşyanın göze çarpmadığı bir ev. Alp, Gökhan ve ben, şehir turu başladı. Önce şehir merkezine inip buradan sahil boyunca bisiklet sürdük ve plajlarda bir süre oyalandık.

Family Bicycle Store’a uğradık. Bir şey almasak da bisikletlere ve malzemelere bakmak, tek tek incelemek bizim için zevkti. 35 bin nüfuslu kentte 7 adet bisiklet mağazası bulunuyordu. Ama Bicycle Church biraz farklı bir yerdi. Çalışanlar burada gönüllü çalışıyorlardı ve içerde inanılmaz sayıda kullanılmış bisiklet parçası vardı. Bisiklet kadrolarından imal edilen kapısı da çok ilginçti.

Plajdan şehre doğru düşünceli bir şekilde giderken, buradaki günlerimi aklımdan geçirdim. Yirmi gündür buradaydım ve buradaki bir grup insan zor bir iş yapmışlardı. Yirmi  gün evlerinde bir yabancıyı konuk etmişler, evlerindeki alıştıkları düzenlerini bozmuşlardı. Bunu bir amaç için yapmışlardı. İnsanı, doğayı ve uluslararası barışı hedeflemişlerdi. Gezgin ruhlu insanlardı. Tüketici değil, üreten, yalın insanlardı ve hayatı zevkli yaşıyorlardı. Zengin değillerdi ama cesaretli, meraklı ve dirençliydiler. Bu grubun üyelerinin ne yaptıklarının farkında olduklarını ve yaptıkları işi ciddiye aldıklarını fark etmiştim. Ben de onları ve hedeflerini ciddiye almıştım. Kendi kendime bu amaç Amerika ile sınırlı kalmamalı diye geçirdim içimden. Yarın gidiyordum ve burada bir iz bırakmam gerektiğini düşündüm. Elimde kalan bir müzik CD’si, nazarlık ve yemeniyi bir torbaya koyup üzerine bir not iliştirdim ve hatıra eşyaların asılı bulunduğu duvarın önüne koydum. Notta şöyle yazıyordu;

“I hereby declare that this is a present to be given to a foreign cyclist who participates  in a CCE program;

Who is the most beatiful woman to stay in Frank&Vita’s house;

Who feels that this house is a school which plants seeds of peace in the hearts;

Who is intelligent to perceive the meaning of those peace seeds and is able to place it in her conciousness;

Who is selected by Frank who knows what is beauty and dedicated his life to peace, love for humanity and love for nature…”

31 mayıs Salı

Bugün Amerika’daki son günüm ve akşam üzeri uçuyoruz. Sabah tüm ekip, toplu halde Chaminade of Santa Cruz’a kahvaltı için gittik. Hem bir lokanta hem bir kültür ve spor merkezi olan güzel bir tesisti. Sabah oraya bisikletle gideceğini sanıp bisiklet kıyafetlerini giyen Vita ile Frank’ın kıyafet tartışması sonunda, herkes mümkün olduğunca normal kıyafetleriyle kahvaltı salonunda  yerimizi aldık. Takviyeli kahvaltı tabağım, oldukça ilgi çekti. Kahveler ve çaylar içildikten sonra Frank ortaya gelip bir konuşma yaptı. CCE olarak amaçlarını ve bu yıl ki faaliyetlerini anlattı. Bundan sonra herkese törenle üzerinde resimlerinin bulunduğu, CCE katılım belgesi verildi. Bu arada Muhlis de Frank’a bir veda mektubu verdi. Mektubu okurken Frank sık sık göz yaşlarıyla okumasına ara vermek zorunda kaldı. “Eylül 2004 de Amerika’lı ve Türk bir grup bisiklet dostunun bisiklet adına attıkları tohumların yeşerdiğini, çilek tarlasının çiçeklerini açtığını ve meyvesini vererek bize yeni dostluklar kazandırdığını, CCE’nin kültürel anlamda çilek toplamasında bizim de katkımız olmasından kıvanç duyduğumuzu” söylüyordu Muhlis.

Son olarak ben de söz alarak bizim aslında buraya sadece bisiklete binmeye davet edilmediğimizi, bisiklet anlamında insana ve doğaya saygıyı, kültürel işbirliği anlamında uluslararası barışı hedefleyen bir grupla bu hedefler üzerinde buluşmaya geldiğimizi anlattım. Ve keşke dedim; sizler ortalama Amerikalı olsaydınız eğer, dünyada kan ve gözyaşının yerine barışın hakim olacağı, açlığın yerine sağlıklı, tok insanların dünyayı dolduracağı, nefretin yerine sevginin hakim olacağı, dünyanın daha yaşanılası bir gezegen olacağı yönünde bir konuşma yaptım.

Kahvaltıdan sonra bir kısmı arabalarıyla işlerine döndüler ve kalanlar bizi uğurlamak için Frank ve Vita’nın evine döndüler. Evden ayrılırken, hep birlikte dış kapının önünde toplandık. Frank’ın talimatı ile herkes kapıda asılı bulunan Amerikan bayrağının bir çivisini söktü. Çiviler bittiğinde soluklar tutuldu. Herkes ne olacağını merak ediyordu ve bayrak son olarak bana ve Şadan’a teslim edildi. Teslim edilen bu bayrak Türk bisikletçilerin tümüne gösterilen dostluğun bir sembolüydü. Onlarda bizde, bir iz bırakmışlardı, hem de derin bir iz.

San Fransisko havaalanında ayrılırken, düşünceye daldım ve ben şunu anladım: kaybolan çantalar, sivrisinekli odalar gibi gezilerde yaşanan şeyler değildi macera. Bir serüvenciyle, bir hayalperest insanla tanışmıştım. Frank Prichard’ın bisiklet aşkının, sınırları ve okyanusları aşıp dünyaya ulaştığına tanık olmuştum. Macera buydu işte. Sıra dışı birkaç insanın yaşamlarının, çevrelerini nasıl etkilediğini görmüştüm.

On ya da yirmi yıl sonra zaman birçok şeyi alıp götürse de, yaşadığım bu deneyim, hiçbir zaman değerini kaybetmeyecek; halkların ve ülkelerin tüm farklılıklarının ve ilginç zıtlıklarının ötesinde, akılda sadece güzellikler ve dostluklar kalacaktı….

[email protected]

]]>
https://www.muglabisiklet.org/tour-de-california/feed/ 0
Kastamonu Bisiklet Turu https://www.muglabisiklet.org/kastamonu-bisiklet-turu/ https://www.muglabisiklet.org/kastamonu-bisiklet-turu/#comments Sun, 26 Jan 2014 14:08:21 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=39 Dr.Bülent Savran

Cumartesi

Uzun süren bir tedirginlikten sonra karar verildi. Kastamonu bisiklet turu gerçekleşecekti. Ankara’da arkadaşlarla buluştuktan sonra hepimiz Gökhan’ın ayarladığı Ilgaz Seyahat otobüsüne bindik. Doğrusu 6 bisikleti birden alacak bir otobüs işletmesini aklımızdan bile geçirmezdik ama olmuştu. Otobüsten Ilgaz Doğruyol Tesislerinde indik. Yol boyu yeni turlar ve Gökhan ‘ın yeni tanıştığı bisikletçi arkadaşlarının hikayeleri ile ne olduğunu anlamadan geçmişti. Herkes bisikletini hazırladı, ben de arka çantanın ayakkabıma sürten kısmını arkaya çekip bağladım. Hazırlıklar bitmeden Hasan Koşaloğlu geldi. KTM bisikleti ve her şeyi tam takım çantası ile ilk gördüğümüz anda kanımız ısındı. 58 yaşında Avusturya ‘da yaşayan, kendi deyimiyle eski ‘güleşçi’, yeni bisikletçi davranış ve konuşmasıyla tipik bir orta anadolu insanı. Bizim bisiklet gezileri hep yeni yüzlerle tanışma fırsatı da sağlıyordu. Hazırlıklar bitince öğlen güneş nedeniyle yakındaki Ilgaz ‘a gidip orada zaman geçirmeye karar verdik. Pazar kurulmuş olduğunu görünce meyve alıp Belediye Parkında oturduk. Siyah üzümü kavun takip etti. Nefis çaylara Hasan ağabeyin Avusturya- Macaristan turu projesi eşlik ederken herkes kulak kesildi.

 

Oturmaktan sıkılınca Ilgaz’da küçük bir tur attık. Amacım hafif bir bez ayakkabı almaktı. Yolda bizi turist sanan Ilgazlıların esprili laflarına hedef olduk. Rengarenk forma ve taytları içinde gezen bizler ilgi çekici nesnelerdik. Yola devam edip Ilgaz çıkışında sert parke yokuşta ter içinde pedal çevirirken yolun solunda 4-5 yaşlarındaki tatlı bir kız ‘şunlara bak aptallar’ deyince gülüştük. Gerçekten aptal mıydık yoksa heyecan arayan akıllılar mı, kişiye göre değişiyordu. 2-3 küçük yokuştan sonra Tosya’ya vardık. Pirinç Şenliği nedeniyle meydanda dev bir müzik sistemi kurulmuş ve Zara bekleniyordu. Onur Yemek Salonunda pilav gerçekten mi güzeldi, yoksa acıkmış mıydım  tam bilemiyorum. Kadınlı erkekli kalabalık bir grup banttan çalan müziğin karşısında sandalyelerde saf tutmuş, diğerleriyse sandalye taşımakla meşguldü. Yemekten sonra yol üzerinde Derinöz Vadisinde biraz ilerledikten sonra bir çeşme yanında tarlada konakladık. Çadırımı özlemişim. Gece iyi uyudum.

Mesafe 55km/gün

Süre 3.20 saat/gün

Ortalama hız 16.5 km/gün

Pazar

Sabah cimnastiğinden sonra 06.30 gibi yola koyulduk. Gece konakladığımız tarladaki dikenlerden olsa gerek Gökhan’ın lastiği patlağı ile gün başladı. Derinöz Vadisi boyunca yokuş yukarı yola koyulduk. Sol tarafımızdaki dere boyunca dikilmiş çam ağaçları oldukça büyümüştü. İlerde Küçükhacet zirvesi görünüyordu. Ilgaz Dağı bizi terleteceğe benziyordu. Yol boyu ceviz ve kavak ağaçları arasından yokuş çıktık.

Aşağıberçin’de bir evin ön bahçesinde, içinde buğday bulunan çullar üzerinde oturup kahvaltımızı yapmaya karar verdik. Rakım 1870 ve ısı 19 dereceydi, üşümemek için rüzgarlıkları giydik. Alalattin Sürücü yanımıza geldi ve sopbet başladı. Sonra evin sahibi Hüseyin Bilen yanımıza geldi, hoş geldin dedi. Kahvaltı hazırlığımızı görünce koşup evden bir sini ve leğen getirdi. Ters çevrilmiş leğen üzerine siniyi koyunca mükellef bir sofra oldu. Kahvaltılıkları çıkarırken sıcak süt ve tereyağı da geldi, soframıza konuldu. Hemen arkasında çay ve bardaklar gelince ne diyeceğimiz şaşırdık. 5 aşında bir kız çocuğu çıktı geldi, babaannesinin elini tuttu. Gel dedim, seslendim. Kucağıma oturttum. Yüzüne gözlerine baktım. Gülmeyen, gülümsemeyen bir yüz, donuk bakışlar. İçim sızladı, bir dramla karşı karşıya olduğumu fark ettim. Küçücük bir yürekte, büyük acı. Kabullenmek mi yoksa isyan mi etmek lazım, bir an karar veremedim. Yaşam bazen çok acımasız olabiliyordu. Küçük kızın annesi onu 1 yaşındayken terk edip İstanbul’a kaçmış. Babaları tarlada çalışıyormuş. Aleyna ve abisi Erol’a dedeleri bakıyormuş. Bir annenin 2 çocuğunu bırakıp gidebilmesi de akıl alır gibi değildi. Anneye kızmadan önce kim bilir burada neler yaşadı diye de içimden geçmedi değil.

Kahvaltı sonrası yolcu yolunda gerek deyip tekrar yola koyulduk. Yokuş iyice sertleşince taşlı toprak yolda bisiklete binmenin imkanı kalmadı. Karşımızda Büyükhacet, yürümeye başladık. Yıllardır bisiklet turları yapardım ama ilk defa bu turda yürümek zorunda kalmıştım. 2-3 saat kadar yürüdük. Yürümekte zorlandığımız yokuşun tepesine vardığımızda Hüseyin’in “hafif bir yokuş çıktık” demesi gülüşmelere neden oldu.  Yol kenarında bulunan bahçemsi bir yeşilliğin yanında biraz soluklanıp arkadakileri beklerken Hasan abi ne olduğunu anlamadan yeşilliğin içine daldı. Yerde bulduğu gerçekten çekici yeşillikteki bir otu koparıp ağzına attığını gördüm. Ben de açtım ama doğrusu yemeğe cesaret edemedim. Rakım 2200’de yorulunca Büyükhacet Dağının eteğinde mola verip Küçükhacet’e baktık. Bisikletlerde kalan yiyecekleri çıkarıp yedik. Köy ekmeği ve su çok lezzetli geldi.

Aşağı inerken Gökhan’ın tekrar tekerleği patladı. Tamir ederken Hasan abi kendini iyi hissetmediğini söyledi. Aklıma bir süre önce yediği yapraklardan dolayı zehirlenmiş olabileceği geldi. Grupta iki doktorduk ve hemen kusmasını söyledik. Kusamayınca parmak at dedim, yapamazsan ben yaparım deyince benden korktu, midesini boşalttı. Biraz kendine gelince tekrar yola çıktık. Biraz gidince dik iniş ve keskin viraj, yan yana gelince, olan oldu. Ön tekerlek kaydı ve Muammer düştü. Tekrar durduk. Hilmi Muammer’i soyup sırtının sıyrılan yerlerine betadin sürdü.  Muammer’in pansumanı sürerken Alp’de biraz önce kendisinin de düştüğünü söyleyip pansuman talebinde bulundu. Hastalar Hilmi’nin önünde sıraya girdiler. Hasta ve doktor manzarasını Hasan’ın Hilmi’yi günün yıldızı ilan etmesi tamamladı. Hasan’ın  özdeyişleri geziye renk katıyordu. “Yatmayınen yare varılmaz, gecenin yastığı taş olmayınce”. Yola devam edip biraz daha gidince Gökhan’ın tekerleği tekrar patladı. Bu sefer dış lastik dikkatlice kontrol edilince küçük bir tel parçası çıkarıldı.

Kastamonu’ya 23 kilometre kala sağa girip 1 kilometre içerde Set Alabalık Tesislerinde alabalık yemeye karar verdik. Tesisin  300 metre ilerisinde derenin kenarında kamp kurduk. Derenin soğuk suyunda rahat rahat yıkanıp, çamaşırlarımızı da yıkadık. İşimiz bitince çevredeki çöpleri toplayıp taşıma imkanı olmadığından yaktık.

Siparişlerimizin hazırlanmasını beklerken mızıka çalan Hilmi’nin yanına gittim. Önündeki müzik kitabındaki notalara bakarak çalıyordu ve türkülerin mızıka için çok uygun olduğunu anlattı. Elindeki küçük mızıkayı çalarken acemiliği hemen belli oluyordu.  Yanındaki yine küçük Japon Go oyun kitabına şöyle bir göz attım. En eski arkadaşlarımdan biriydi ve tam bir entelektüeldi. Ve iyi bir norölogdu.

Akşam yemeğimiz neşe içinde geçti. Kamp yerine döndüğümüzde çöp yakma işlemi bir süre daha devam etti. Ateşin kenarında toplanıp bir süre sohbet ederken yorgunluk ağır bastı. Su şırıltısını dinleyerek uyudum. Çevreden yoğun bir ot ve çam kokusu geliyordu. Günün yorgunluğu ile birleşince yüzüm gülüyordu.

Mesafe 43.5 km/gün

Süre 5.2 saat/gün

Ortalama hız 7.6 km/saat

Pazartesi

Gece sırtıma batanı sabah buldum. Güzel ve ufak bir kozalaktı ve içinde bulunduğum müthiş manzaranın bir anısı olarak çantama koydum. Sabah egzersizinden sonra biraz de zeybek figürleri eğitimi aldık. Hüseyin bir halk dansları hocasıydı ve bize de bazı şeyleri öğretmeye söz verdi. Yola çıktığımızda asfalt yolun keyfine, Hasan’ın marşları eşlik etti. 7 bisikletli, çoğu düzlük 23 kilometrelik yola koyulduk ve Kastamonu’ya vardık. Susak Kafede kahvaltı yapmaya karar verdik. Her geziden önce 1 şişe kırmızı biber ve kekik ile karışık doğal zeytinyağı getirmem gelenek olmuştu. 20 yumurta, 2 kilogram peynir, 2 kilogram soğan ve benim zeytinyağı üzerine çaylar. Kahvaltı bitince benim tekleyen vitese Muammer el attı, ustalığını gösterdi. Muğla’da yaptıramadığım ayarı yapıverdi.

Kahvaltıdan sonra bisikletin sallanan selesi için Uysal Bisiklete gidip bir adet somun taktırdım. 50 kuruş çıkmayınca İzzet’e teşekkür edip bir adet bisiklet çıkartması verdim “Yollar Hepimizin Paylaşalım”. Kalvaltı yaptığımız Kafenin sahibi Tahir beyin çaylardan para almaması ödeyeceğimiz paranın ötesinde, sadece bize değil yaptığımız işe de bir ilgiyi gösteriyordu.

Yola devam deyip biraz yorulunca su molası verdik. Hasan miğferleri giyecek miyiz diye sorunca Gökhan “miğfer giy” komutu verdi. Yol inişti ve kask takma zorunluluğu vardı. Hasan’ın deyişleri geziye renk katıyordu. Hasan yerde bir yaprak buldu, Hilmi’ye uzatıp bu yaprak neden böyle diye sorunca Muammer yaprağa bakıp tam yenecek yaprak deyince yıkıldık. Güneşin altında uzun bir sürüşten sonra Daday’a vardık. Özkan Kıraathanesinde çay molası verdik.

Karaçam ve meşe ormanları arasından son derece dik bir yokuşta tepemde güneş, yüzümden ter fışkırarak yokuş çıktık. Ballıdağ Göğüs Hastalıkları Hastanesinin önünden geçerken hiçbir canlılık belirtisi göremedim. Trafiğin nerdeyse olmadığı yokuşu çıkarken yine kendimle başbaşa kaldım. Aslında hem kendimle, hem de diğerleriyle birlikteydim. İnsanın ara sıra kendi kendine kalması ve iç hesaplaşması bence güzeldi. Ancak bunun yeri, rakı sofrası değil, benim için Ballıdağ yokuşu olmuştu. Kavakyayla Orman Deposu önünde arkada kalanları beklemeye koyulduk. 9 kilometre çıkmıştık ve galiba bir o kadar daha vardı. Rüzgarın ağaçlardan gelen uğultusunu dinleyip, çam reçine kokusunu içimize çektik. Hepimizin yüzü gülüyordu.

Bitki örtüsü 20-30 metrelik sıkı göknar ormanının içinde tek tük fındık ağacına döndü. Göknar ağaçlarının görünümü gerçekten etkileyiciydi. Kan şekerim düşünce çantadaki gofreti yedim ve Alp’in arkasında yokuşu çıkmaya devam ettim. Rakım 1500 metrede 14 kilometrelik daha da sıkı bir yokuştan sonra zirvedeydik. Artık Azdavay’a kadar sadece iniş ve düzlük bir yol kalmıştı.

Sorucaova Orman Deposuna vardığımızda hepimiz sözleşmiş gibi durakaldık. Akşam çökmek üzereydi ve vahşi olduğu kadar müthiş de bir manzarayla karşı karşıyaydık. Yolun hemen üzerinde bir çeşme vardı ve çevremiz el değmemiş ormanlarla çevriliydi. Kampı kurup hafif alacakaranlıkta çeşmenin gerçekten buz gibi suyunda çığlıklar atarak yıkandık. Yiyecek herhangi bir şey yoktu yanımızda ama sorun değildi. Manzaranın etkileyiciliği ve bir daha burası gibi bir yerde konaklayamayacağımız düşüncesi hepimizi etkisi altına almıştı. Akşam çöktükten sonra çadırların hemen üzerinde bir ateş yaktık. Kenarında otururken uzaktan bir ışık belirdi. Gelen bir kamyonetti. Hasan koşup kamyonetin yolunu kesti, ekmek istedi. Ateşin yanına bir adet kavunla döndü. Nerdeyse kabuğunu bile yiyecektik. Yaşamı böyle tesadüflerle yaşamaya hazır olmak başkaydı. Lüksümüz yoktu. Suyumuz soğuk, yemeğimiz yoktu ama keyifliydik.

Mesafe 86.7 km/gün

Süre 5.5 saat/gün

Ortalama hız 14.6 km/gün

Salı

Sabah kuş sesleriyle uyandım, uzaktan gelen çam kokusunu içime çektim. Vahşi bir orman içinde uyanmak müthiş keyif vericiydi. Hasan’ın sabah türküsü ile herkes harekete geçti. Uyku tulumları ve matlar dürüldü. Ortalık biraz aydınlanınca herkes fotoğraf makineleri ile dışarıda, çadırların ve bir gün önce yıkandığımız yalağın resimlerini çektik. Çadırın yanına döndüğümde arka tekere baktım, inmiş. Bir gün önce şişirmek zorunda kalmıştım. Söküp yeni bir lastik taktım. Bu arada öten kuşların cinsi hakkında türlü iddialar dolaştıysa da hangi kuşa ait olduğunu kestiremedik. Ben baykuş ve bülbül dedim, diğerleri başka teşhislerde bulundular. Bir gece önce fazla yememiş olduğumuzdan açlık ağır bastı. Hasan önden kahvaltıyı hazır etmek için ilk köyde bizi beklemek üzere yola çıktı. Eski güreşçi, inanılmaz derecede güçlü bir fiziğe sahipti ve 4 torun sahibi bir dedeydi. Çok sık acıkıyordu ve bir ara fazla yediği için kasaya fazla para vermeye kalktığında Gökhan’ın “büyük konuşma abi” demesi espri konusu olmuştu.

Yola çıktık. Göknar ağaçları her iki yanımızda bütün görkemiyle uzanıyordu. Ara ara fırdık ağaçları koyu yeşili açık yeşile döndürüyordu. Boyalıca Köyü kavşağında köy tarafından gelen Kazım’a yolun nereye gittiğini sorduğumuzda, önce bizim nereye gittiğimiz sorusunu cevaplamak zorunda kaldık. Güneş yeni yeni yükselmeye başladı, hafif bir esinti kulaklarımızda 14 kilometre kadar indik. Ümitler Köyünde Cemil’in evinden ücreti karşılığı 20 yumurta ve ekmek aldık. Çay için yumurta ve ekmeği çantaya koyup Azdavay’a indik ve Bülent’in Kahvesinin önünde kendimize bir ziyafet sofrası kurduk. Yumurta, tereyağ, pekmez, peynir, zeytin, süt ve ekmek. Ne yiyeceğimizi şaşırdık, çaylar geldiğinde yüzlerde memnuniyet ifadesi okunuyordu. Kahvenin sahibi Mustafa Eryılmaz geldi, yanımıza oturdu. Sohbete koyulduk. Yolun karşı tarafından geçen kadınların rengarenk yöresel elbiseleri dikkatimizi çekti. Azdavay’da belediye CHP deymiş. İnsanlar genellikle modern görünüşlü, bazı kadınların geleneksel kıyafetleri ise dikkat çekiciydi.  Yola çıktığımızda yine mideler sonuna kadar şişti. Nedense açken ne yediğimi bilmem. Yemek sırasında çevrem tarafından çok yediğim söylenen ben, Hasan tarafından az yemekle suçlanmaya başladım.

Uzunca bir yol katettikten sonra sıcağın da etkisiyle grup dağılınca üzerinde sure yazılı bir çeşmede mola verdik. Çeşmenin çevresindeki inekler de ara sıra yanımıza gelip su içiyorlardı. Toprak üzerinde 1 saat kadar yattık ve nerdeyse uyumuşum. Yoldan duran bir araba sesi ile kalktım, aynı rengarenk kıyafetleri ile 3 kadın ve 2 erkek gelip çeşmeden su içtiler. Şaban İstanbul’da kapıcı imiş ve kayınpederini ziyarete gelmişler. Kayınpederinin isteği ile hanımı bu kıyafetleri burada giydiğini, İstanbul’da normal kıyafetlerini giyindiğini anlattı. Nerdeyse hemen her renkten fistan, önlük, takke, kuşak, yelek, şalvar. Çöpleri topladık, Gökhan yaktı.

Sure yazılı çeşmede 1 saat yattık. Toprak üzerinde nerdeyse uyumuşum. Neyse yine yokuşa koyulduk dolu mideyle. Zaten Pınarbaşı’da çok uzak değildi. Sıcak havada yokuşu 22/32 ile çıkarken yolun solunda bir çeşmede durduk. Buz gibi ve lezzetli sudan kana kana içtik. Bir süre daha yol gittikten sonra sonra Pınarbaşı’na vardık. Yolun sağında restore edilmiş  bir eski konak dikkatimi çekti. Paşa Konağı Doğayı Koruma Derneğince restore edilmiş ve otel olarak kullanılıyormuş. Ahmet Keleş beyden biraz bilgi aldık. Paşa lakablı vurduğu vurduk, kırdığı kırdık 200 yıl önce yaşayan eski sahibini hayal etmeye çalıştım. 2 hanımı varmış. 2000 yılında torunları tarafından 5 milyara satılmış. Vali ve Kaymakamlık satın alıp işletmeye açmışlar.

Pınarbaşı’nın içine girip Köşem Kıraathanesine oturduk. Cemal Çiçek, emekli öğretmen Hamdi Özkan’la oturup sohbet ettik. Hasan’ın pehlivanlığından, yokuşları nasıl çıktığımızdan, soru soruyu kovaladı. Akşam için tavuk ve diğer yiyecekleri alıp Ilıca Şelalesine gidip ovada konaklamaya karar verdik. Çevremiz Pınarbaşılılarla çevriliydi. Yol konuşundaki konuşmalar tartışmaya döndü. Birinin dediğini birininki tutmuyordu. Neyse tekrar yola çıktık. Kısmen yokuş kısmen düzlük ve en sonunda çok dik bir inişle Ilıca Şelalesine vardık. İnişin ortasında bir çeşme yanında durduğumuzda aklımıza cantları kontrol etmek geldi. Dokunduğumda elim yandı. Mataradaki suyun bir kısmını tekerlere boşalttım ama sonra çeşmeden su akmadığını görünce pişman oldum. Şelalenin göleti çevreden gelen gençlerle doluydu, bira içip soğuk suya giriyorlar ve sonra bire şişelerini kırıyorlardı. Sorunca içlerinden bazılarının askere gideceğini söylediler. Soğuk suda yıkandık ve sonra ateş yakıp tavukları pişirdik. Nefis bir ziyafet olmuştu, ancak yine ölçüyü kaçırıp fazla almıştık tavuğu. Kalanları da pişirip ekmek arası yaptık ve gece en geniş çadırda benim çadırda kalacaklardı. Yemekten sonra ekip canı çay çekince köye kadar yürüdüler. Kamp yerinde tek başıma kaldım. Bir taraftan da közde patates pişirme işini üstlendim. Hepsi gittikten sonra közün cılız ışığı ve kör karanlığında baş başaydım. Unutulmuş 2 parça daha tavuk daha varmış, onu da attım ocağa. Parkın girişindeki uyarı levhası aklıma geldi. Kurt ve ayı resmi vardı giriş kapısında. Kokuyu duyup gelen olursa karnını doyurur diye geçirdim içimden. Ateşi güçlendirip yanıma sağlam bir sopa aldım, ışığımı yaktım ve günün notlarını yazmaya koyuldum.

Mesafe 55.8 km/gün

Süre 3.5 saat/gün

Ortalama hız 13.9 km/gün

Çarşamba

Gece iyi uyudum. Sabah 07.00’de çantaları toparlayıp, bisikletle birlikte patika yoldan yürümeye başladım. Bazı yerlerde bisikleti itmeye gücüm yetmeyince biraz gerileyip hız kazanıp tekrar ileri atıldım. Ilıca Köyüne geldiğimde derin sessizlik dikkatimi çekti. Uzaktan uzağa çıngırak ve kuş sesleri geliyordu. Uzaktan gelen bu seslerin bu kadar net duyulabilmesi hoşuma gitti ve bana köyün görüntüsünü tamamlayan önemli bir öğe gibi geldi. Bu arada renkli kıyafetleri içinde bir kadın ilerdeki evin önüne geldi. Fark ettirmeden uzaktan köy görüntüsü içinde bir resmini aldım. Biraz sonra arkadaşlar da geldi ve yola devam ettik. 22/32 dişli ile dün jantları yakarak indiğimiz 2 kilometrelik yokuşu tekrar çıktık. Valla Kanyonuna dönerek yol kenarındaki bir çeşmeden su aldık.

Yokuş bitmeden Hasan yolun sağında bulunan 2 köylü ile uzaktan konuşurken kahvaltıya davet edildik. Satı Çetin, 10 yıl önce hanımı ölünce yalnız kalmış. 61 yaşındaymış ama kendi işlerini yapıyormuş, komşular da kendisine yardımcı oluyorlarmış. 1959-61 arası bu ahşap evi yapmış. Merdivenler ve odaların mimarisi müthişti. Ne zamandır Çengelköy’de oturuyorsun diye sorunca, “anam beni burada çıkarmış” dedi. Satı ismi buralarda erkek adıymış. 2 çocuğu İstanbul’da Balıklı Rum Hastanesinde çalışıyormuş. Köyde gençler kalmamış, hepsi İstanbul’dalarmış. Astım hastasıymış ve ventolini Pınarbaşında yazdıramıyormuş. Eskiden evlerde bahçe işleri, hayvan varmış, şimdilerde kimse bahçe yapmıyormuş. Kışın kar 1.5-2 metreyi buluyormuş.

Kısa da sürse bu ihtiyarın yalnızlığını  paylaşmış, onun yaşamına ortak olmuştuk.

Kahvaltıdan sonra tekrar yola koyulduk, içim sızladı ayrılırken.  Geriye doğru evine, küçük bahçesine baktım. Domatesleri kızarmış, soğanlar tohuma kaçmıştı. Biz yaşamı gezgince yaşıyorduk, o durağan.

Bacaklar yol gitmem diyordu. Yine en üst vitesle ağır ağır yol aldık. Yemekten sonraki sürüşler hep böyleydi.

Valla Köyüne vardığımızda bizi müthiş bir manzara ve rüzgar bekliyordu. Tepede bir evin bahçesine bisikletleri koyup, 70 lik Hasan Sansar’a emanet ettik ve Valla Kanyonuna indik. 300 metrelik rakım düşüşüyle kanyona vardığımızda bizden başkaları da oradaydı. Suya giren çocukların çığlıkları çevreyi kaplıyordu. Bir süre suya girip kendimi akan suyun masajına bıraktım. Çamaşırlarımı yıkadım. Sonra da büyükçe bir kayanın üzerine çıkıp sıcak kaya üzerinde yattım. Ayakkabımı çıkarıp yastık yaptım. Gökyüzüne bakıyordum, gökyüzünde yüzen bulutlara. Uçtuğumu hissettim, sanki hareket eden bulutlar değil de bendim. Derken uyumuşum, bizimkilerin sesine uyandım. Sonradan arkadaşlar kayanın üstünden horlama sesi geldiğini söylediler.

Tekrar yola koyulup Kirpi Köyüne yarı yürüyerek yarı bisikletin üzerinde  vardığımızda saat 18.30 olmuştu. Yollarda sağlı sollu kesilmiş kütükler, bize mis gibi ahşap kokularını yayıyordu. Caminin altında misafir için ayrılan yerde çadıra gerek kalmadan yatmaya karar verdik. Hasan yanımızdaki 1 paket bulguru bir köylüye verip pişirmesini rica etti. Bizim banyo ve çamaşır faslı bittikten sonra bir saat geçti geçmedi, bir tencere bulgur pilavı ve bir bakraç da yoğurt geldi. Karınlarımız doyunca herkes matını, uyku tulumunu kapıp bir köşede uyuyakaldı.

Gece yatmadan önce laf döndü dolaştı, eski tur hikayelerine geldi. Hasan’ın 3 kez hacı olduğu ortaya çıktı. Ümreye bir bisiklet turu yapıp yapamayacağımız konusunu tartıştık.

Gece horlayanlar olduysa da iyi uyudum. Sabah uyandığımızda herkesin yüzü gülüyordu. Hasan bir köylüden yumurta isterken caminin imamı Yusuf Çoban ziyaretimize geldi.

Mesafe 31 km/gün

Süre 3.4 saat/gün

Ortalama hız 8.2 km/gün

Perşembe

Taşlı yolda ilerlemeye devam ettik. Çevremizde meşe ve karaçam ormanları ormanları uzanıyordu. Yeni yetme çamlar güzel görünüyordu. 7 kilometrelik toprak yol tırmanışı sonunda ekibe bir de köpek katıldı. Bizimle birlikte bizim hızımıza uyarak yürüyor, sapaklarda bizi bekliyordu. Hasan adını Kıtmir koydu. Çevremiz fındık ve göknar ağaçları ile çevrili ve kuş seslerini dinleyerek nihayet tepeye vardık.

Bir düzlükte oturup ateş yaktık. Biraz köz olunca ateşin altına patatesleri yerleştirdik. Yufka ekmeğinin arasına da zeytinyağı döküp yumurta sardık, suyumuzu içtik. Kıtmir hala yanımızdaydı. Biraz yemek de ona verdik. Bu arada iyi beslenmiş yılki atları geldi yanımıza. Bisikletlere çok yaklaşınca kovaladık, düşürürler diye. Kıtmir de yardım etti. İnişe geçince bir çeşme yanında durdum. Bir ağılın yanındaydı ve çeşmenin hemen altında üzeri çam dalları ile kapalı yapay bir havuz olduğunu ve bu havuzun içinde süt güğümleri bulunduğunu gördük. Doğal bir buzdolabıydı.

Adeta eğrelti ormanı içindeydik. Görüntü gerçekten etkileyiciydi. Bitki örtüsü giderek Akçaağaç ve göknara dönüştü. Yol üzerinde at ve ayı izlerini takip ederek tırmanmaya devam ettik. Tepede bir yerde ağaç kesim işçilerini gördük. Bize çay teklif ettiler.

Yola devam ettik. Şampazarını geçince Gürpelit köyünde bir evin önünde durup arkadakileri beklerken ormancı Fikri Işık ile tanıştık. Bizi evine davet etti. Önümüze mükellef bir sofra koydu. Yol boyu gördüğümüz tüm kesilmiş ağaçların sunta yapımı için Şampazarı’na götürüldüğünü söyledi. Evde kimsenin yemediği erik reçelini açınca, tekrar tekrar tabağı doldurmak zorunda kaldı. Bahçede yetişmiş biber, domates, salatalık, soğan, hepsi çok tazeydi.

Sofrada iki hekim olunca söz döndü dolaştı hastalıklara geldi. Hatice hanım hastaymış, 2 ameliyat geçirmiş. Biraz kilo almış, ancak şimdilerde biraz daha iyiymiş. Hilmi ile ameliyatların biraz da mali endikasyonlu ameliyatlar olduğunu düşündük. Tıka basa tok kalktık sofradan. Kıtmir de bu arada karnını tıba basa doyurdu.

Akşam karanlığı çökerken Cide’ye 12 kilometre kala bir çeşme başında konakladık. Peştemalleri sarıp yıkandık, çamaşır yıkadık. Ve en önemlisi resim çektik. Yemeğimiz yoktu, Fikri beyin evinde fazla yemiştik ve hadi akşam yemeğini de yemeyelim dedik. Ateş yakıp bir süre oturduk, eski geziler, gelecek projeler, hastalık hikayeleri derken Kıtmir’den açıldı söz. Kıtmir bütün gün yanımızdan ayrılmadan bizimle yolculuk yapmıştı ve 48 kilometre katetmişti. Hasan sayımızın 7 ve bir de köpeğimizin olduğunu, bunun bir anlamı bulunduğunu söyledi. Mısır firavunundan kaçan 7 kişi ile köpeklerinin Eshabı Keyf’de bir mağarada 309 yıl süren uykuları ve uyandıktan sonra süren öykülerini anlattı. Öykü hepimizin hoşuna gitmişti ve biz 7 uyuyanlar herkes çadırına çekildi. Şişme matımı şişirdim ve uyku tulumunun içine girince ısındım. Işığı yaktım bir süre, çadırın içini gözden geçirdim. Kocaman evrende küçük bir nokta bile olmadığımı düşündüm. Yolcuydum ve yolculuğun keyfini sürüyordum. Bir bisiklet ve kamp malzemelerinden oluşan bu nokta, harita üzerinde uzun mesafeleri kat ediyordu. İnsanı gerçek anlamda mutlu eden şeyler aslında gerçek ihtiyaçlarımızdı ve maliyeti de ucuzdu. Uyuyakalmışım..

Mesafe 48.3 km/gün

Süre 5.15 saat/gün

Ortalama hız 9.5 km/gün

Cuma

Sabah kalktığımda Kıtmir Hasan’ın çadırının yanında yatıyordu. Geceki çiğden çadırların dışı ıslanmıştı. Çadırları topladık, bisikletlere yükledik. 12 kilometrelik inişle Cide’ye vardık. Yol boyu gözüm arkadaydı. İnişte bisikletlerin arkasında kalan Kıtmir’i beklemek zorunda kaldım. Yolun bir sağından bir solundan kestirmelerden koşuyordu ve araçlara da yaklaşmıyordu. Belli ki tecrübeli bir köpekti. Beklemeden devam etsem yolda kalacağı kesindi. En azından Cide’ye kadar bizimle gelip orada birilerine emanet etmeyi düşünüyordum.

Karadeniz kıyısındaki Cide’nin girişinde Gökçen Market’ten çıkan akça pakça bir hanımın biz bisikletli gezginlere günaydın demesi Cide’yi sevmemize yetti. Parke döşeli sokakları ve güzel ve güleç kadınları ile sevimli bir belde ama en önemlisi Rıfat Ilgaz’ın memleketi. Kırtasiyeci Metin Gürsoy’la tanıştık. ADD’yi eşi ile birlikte kurmuş bir aydın. Rıfat Ilgaz’ın oğluna kızıyordu, oğul Aydın Ilgaz “Cide’liler babama hapishaneyi uygun gördüler” demiş. Bunun yanlış olduğunu, Cide’lilerin Rıfat’a sahip çıktığını söylediler. Yıllar önce Sarıyazma kitabını sattığı için tutuklanmış. Askerler kırmızı renkte ne kitap buldularsa toplamışlar. Bir arkadaşı “kitap yakılan ülkede, bir gün gelir insanlar da yakılır” demiş. Nüfusun neredeyse yarısı yazlıkçıymış ve İstanbul’a dönmüş.

Kıtmir’e de fırından 2 ekmek ve 1 kilo da süt aldık. Dün 50 bugün 12 kilometre koşmuştu. Günlerdir aç görünen hayvan ekmeğin birini sütle birlikte hemen yaladı yuttu. İkinciyi yiyemedi. Onu da biz yedik. Karnı doyunca uyku ağır bastı. Metin Kıraathanesindeki kahvaltıdan sonra patlak lastikleri tamir ettik ve sarıyazma almaya gittik. Pazar kurulmuştu ve herkes Pazar arabasıyla alışverişe gidiyordu. Ayrılık vakti geldiğinde Kıtmir bisikletlerin yanında uyuyordu, artık daha fazla bizimle gelmesinin gereği yoktu. Buradaki sokak köpeklerine bakılırsa herkes hayatından memnundu. Yiyecek boldu ve Kıtmir’de akıllı bir köpekti. Sahip bulamamıştık ama burada kalması en iyisiydi. Ayağımızın ucuna basarak onu uyandırmadan bisikletlere atlayıp yolu koyulduk. İçim burkuldu, bir gezgin dostu geride bırakmıştık.

Cide çıkışında bir süre gidince, yolun sağında Hasan’ı denize girerken buldum. Acele mayosunu giyip kendini denize atmış. Dağlarda yokuş çıkarken deniz kenarına varınca kendini denize atacağını söylüyordu. Bir süre yüzdü, sonra bisikletle Gökhan’ın arasında mayosunu değiştiriverdi. Her şeyi çarçabuk yapıyordu zaten.

Bir süre daha yol kat ettikten sonra yolculuğumuz ilk ayrılığını yaşadı. Hasan’ı otobüsüne bindirdik. İçimiz burkuldu, nerdeyse bir haftadır beraberdik ve bunca yolu kat etmek onu tanımamızı da sağlamıştı. İçten ve doğal, dede ama içi çocuk. Her koşulda yaşayan, ne bulursa onu yiyen biri. Grubumuza yeni katılmıştı ama bizden biri olduğunu hissettirmişti bize. Geziye damgasını vurmuştu. Zaten insanı tanımanın en iyi yollarından biri de seyahat etmek değil miydi.

Oğlumun hastalığı ve bir başka program nedeniyle benim de bir gün erken ayrılmam gerekti. Amasra’ya kadar pedal basıp oradan otobüse binmem gerekiyordu. Sıkı pedal basarsam akşama ancak varabilecektim. Kurucaşile ayrımında arkadaşlarla vedalaştım. Bu arada Hüseyin’de bana katılmaya karar verdi. Grubun kalanı Kurucaşile’de kamp kurmaya karar verdiler.

Yola devam ettik, yol boyu her düzlükte sağlı sollu çöp yığınları uzanıyordu. Fındıklar toplanmış ve kurumaya serilmişti. Ekmek- helva yemek için çay molası verdiğimiz kahvede de fındık tartışması yapılıyordu.

Yol çok dik yokuşlar ve aynı diklikte inişlerden oluşuyordu. Adeta 22/32 ile çıkıp vites değiştirmeden tekrar deniz seviyesine iniyorduk. Ara ara gölgede durup Hüseyin’i bekledim.

Yokuşlara devam dedik. Bir süre sonra artık bisikletten inip yürümek geldi içimden, neyse ötede bitiyor dedim kendi kendime. Su gibi terliyordum. Ancak virajı dönünce ne göreyim, yokuş daha sert şekilde sürüyor. Durup dinlendim. Karadenizin dağlarına söylendim. Devam edip Kanatlı’yı geride bıraktım. Yolda yürüyen tek tük insan beni bir şeye benzetemiyordu. Benzeten de “hello”  diye bağırıyor. Tek avuntum arkadan ve sert esen rüzgardı. Belki de sıcak esiyordur kimbilir. Ben o kadar terledim ve sıcakladım ki, bana serin geliyordur.

Çakraz’dan sonra Bozköy’ün yokuşu ise evlere şenlikti. Uzaktan görünen yol önce insanın moralini bozuyordu. Bir soluklanayım dedim, tekrar bisikleti kaldırmakta zorluk çektim. Yola dik olarak ancak ancak tekrar binebildim. Yokuşu bitirmek için sadece iyi bir kondüsyona sahip olmak değil, epeyce bir sabır da gerekiyordu.

Yol kenarındaki koyu mor mürdüm erikleri görünce yola da Amasra’ya da boş verip  bisikleti kenara çektim. 3-4 ağaç kısmen kurumuş erik ile dolu ve galiba kimse de el atmamış, beni bekliyorlarmış. Kirli temiz demeden ağzıma ilk anda kaç tane attım ben de sayamadım. Bir taraftan yerken bir taraftan da formanın arka cebine ve kaska belki 1-1.5 kilo erik doldurdum. Bu arada Hüseyin çıkageldi. Eriklerin yanında beni görünce sevincine diyecek yoktu. Ankara’dan telefon  geldiğini, bugün Ankara’ya dönmesi gerekmediğini, Amasra’da grubu bekleyip turu bitirmek istediğini söyledi. Ben de bunun üzerine onu beklemeden hızlı bir şekilde Amasra’ya pedal bastım.

20-25 kilometre kadar gittikten sonra nihayet uzaktan Amasra batan güneş manzarası içinde belirdi. Bozuk yoldaki otomobillerin kaldırdığı toz bulutunun dinmesini bekleyip resim çektim. Ve kavşakta yolun geçilemez olduğunu söyleyenlere, yürüyerek geçilir mi deyince önce şaşırdılar ve “yürüyerek geçiliyor” dediler ama “sen geçemezsini” de eklediler. Geçilmez yoldan Amasra’ya doğru son gücümle pedal bastım. Daha fazla beklemeye tahammülüm yoktu. Yolda birkaç otomobil beni geçse de biraz ilerde bozulan yolda ben onları tekrar geçtim. Bir köprü inşaatı vardı ve yolda çalışan dozer yürüyenler için çalışmaya ara verince ben de bekleyenlerle birlikte yürüyerek karşıya geçtim. Yokuş aşağı hızlı bir inişle artık Amasra’daydım ve bu benim buraya bisikletle ikinci gelişimdi.

Gündüz otobüslerini kaçırmıştım ve 22.30 otobüsünden bilet alırken Hüseyin’de telefon edip Amasra’da yaklaştığını ve benimle Ankara’ya dönmeye karar verdiğini haber verdi. Otobüs yazıhanesi aynı zamanda bir otel işletmesiydi ve bize ricamız üzerine duş imkanı da verildi. Sıcak duştan  sonra birer çorba ve gözleme biraz fazla geldi ama yapacak şey yoktu, yedik. Tek başına olmaktansa Hüseyin’le beraber dönmek benim de hoşuma gitti. Tam bir gezi arkadaşıydı, sorunsuz, doğayla, kendiyle barışık.

Bizim gezilerin bir amacı da, grup üyelerinin kendilerini ve diğerlerini tanımak olduğu kadar doğa ile de barışık yaşamayı öğrenmekti. Bu geziler doğal koşullar ne olursa olsun su bulduğumuz her yerde yıkanmayı, çadır kurup uyumayı, bulduğunu yemeyi ama yerleşim yerindeysek protein ağırlıklı beslenmeyi, her koşulda çamaşır yıkamayı, günün tüm yorgunluğu üzerimizde iken kamp kuracağımız yere yaklaşırken son yokuşta yine de gülebilmeyi öğretiyordu.

Yorgun ama mutlu bir gezi de böyle bitti…

Dr.Bülent Savran

]]>
https://www.muglabisiklet.org/kastamonu-bisiklet-turu/feed/ 1
Güneydoğu Bisiklet Turu https://www.muglabisiklet.org/guneydogu-bisiklet-turu/ https://www.muglabisiklet.org/guneydogu-bisiklet-turu/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:07:53 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=37 Dr.Bülent Savran

Bir gün önce geldiğimden eski arkadaşlarımı arama fırsatım olmuştu ve tabii ki öğlen yemeğini ciğer kebap olarak yemiştim. Yine akşam yemeği de mükemmel bir şölen niteliğinde Çukurova Üniversitesi Sosyal Tesislerinde yenince, bisiklet gezisine kötü bir başlangıç yapmış oldum. Necmi’nin  evinde gece iyi bir uyku çektikten sonra, sabah erken saatlerde tüm ekip üyeleri teker teker Adana’ya dökülmeye başladı. Bir gece önceden gelen Kubilay, sabah erken saatlerde gelen Hilmi, Alp ve Gökhan ile birbiri peşisıra Atilla Altıkat Köprüsü altında buluştuk.

 

Adana Eskibaraj’da Abdullah, Nedime, Hüseyin, Nuray’ın getirdiği nefis bir Antakya kahvaltısı yaptık. Saat 08.00 gibi tekerlek döndü. Hilmi’nin yorgunluğu nedeniyle 60 km kadar yavaş tempoda pedal çevirip öğlen saatinde Hamdilli Köyünde bir kahvede oturduk. Ana yoldan ayrıldıktan sonra manzaramız değişti. Sağlı sollu bitmez tükenmez buğday tarlaları ile sebze bahçeleri uzanıyordu. Yılda üç mahsül alınan bu verimli ovada inanılmaz bir toprağın yarattığı yeşil içinde zevkle pedal çevirdik. İlerde tekrar ana yola çıktıktan sonra trafik gürültüsü ve kamyon sıyırmaları başladı. Dikkatle yol alıyorduk. Hilmi’nin yorgunluğu hızla yol almamıza engel oldu. Grubun bölünmesi kaçınılmaz oluyordu. Ha … köyünde bir süre oturduk bir kahvede, çaylarımızı beklerken bir delikanlı yanımıza gelip belediye başkanının bizi beklediğini söyledi. Hoş geldine ayağına çağırmak ne nezaketsiz bir davranıştı. Çay içtiğimizi, kendisini burada beklediğimizi söyledik.

Grup ilerde tekrar bölününce, Alp’le Gökhan’a gruptan ayrılıp hızla İskenderun’a gitmelerini, yerimizi ayarlamalarını söyledim. Onlar gittikten sonra biz Kubilay ve Hilmi ile üçlü grup olarak yola devam ettik. Yol üzerinde çok hafif yokuşlar vardı, genelde düz sayılırdı ancak Hilmi antremansızlık ve yorgunluk nedeniyle  tükenince bir yerde çay molası vermeye karar verdik. Tavas’ta sağda gördüğüm bir kalabalığa doğru yavaşlayıp, yabancılara çay verip vermediklerini sordum. Hemen ayağa kalkıp buyur ettiler. Meğer düğün varmış ve Siverekli bir ailenin evine gelmişiz. Kalabalık da bizleri görünce çok memnun oldu. Herkes birer birer el sıkıştı ve tanışma faslı başladı. Hilmi’nin nöroloji doçenti olması lafı uzattı. Karanlığa kalmaktan konkarak kalkalım derken yemek geldi. Etli fasülye, bezelye yanında nefis bir yufka ekmeği ve bir sürahi ayran, Hilmi’nin düşen kan şekerini tekrar normale çekti. Bizi davet eden Hacı 27 yıl önce Siverek’ten göç ettiklerini, kızlarını Rize’den bir damada verdiklerini anlattı. Yemekten sonra kısa bir sohbet ve hemen gelen tavşan kanı çaylardan sonra müsaade istedik. Hilmi yolun başında biraz düzelir gibi olduysa da sonra yine hızını azalttı ve İskenderun’a UMAT tesislerine ancak akşam karanlığı basarken varabildik. Alp ve Gökhan bizi bekliyorlardı. Hemen yıkanıp giyindik. Gece bekçisinin arabasıyla şehre indik. Deniz Restorana gelince bizler yoğurt Alp’le Gökhan kebapları yediler. Kebabın yanında gelen soğan salatası bitmeye yakınken garson gelip yenisini koymak için eski tabağı almaya yeltense de Gökhan atik davranıp tabağı kaptı. Soğan salatası o kadar lezzetliydi ki son kırıntısı bile kıymetliydi. İskenderun bol gürültülü, şen şakrak insanlarla doluydu. İnsanların sokaklarda yüksek perdeden şen şakrak kahkahaları kente farklı bir renk katıyordu. Kültür seviyesinin yüksek olduğu belliydi. Sokaklar temiz, binalar güzeldi. Arka masada oturan 2 kişiden biri bizim sohbete katılınca akşamımız daha da renklendi. Hamdi beden eğitimi öğretmeniydi ve bisiklet yolculuğumuz ilgisini çekmişti. Atabay Kolejinden bir grup öğrenci ile birlikte bisiklet turu yapmayı düşündüğünü söyleyince ben de Muğla’ya gelirse her türlü kolaylığı sağlayabileceğimi anlattım. Üstelik ertesi gün 16.30 da İskenderun da bir bisiklet şenliği düzenlediklerini ve katılmamızı istedi, bizim de hoşumuza gitti. Ancak katılamazdık ve Antakya’dan eski arkadaşım Hasan bizi bekliyordu. Sabah yola çıkmadan basınla birlikte bir görüşme yapılması konusunda anlaştık ve vedalaştık. Yönümüz Kral  Künefe Salonuydu. Şu künefenin bu kadar muhteşem bir tatlı olması bana inanılmaz geldi. Etraftaki  diğer müşterilerin göbek ve kalçalarındaki fazlalıklar, bunların boşa olmadığını söylüyordu. Gece UMAT tesislerinde yine uyuyamadım. Bir sağa bir sola dönüp durdum.

Günlük gidilen mesafe102 km

Süre 4.5 saat/gün

Pazar

Sabah erkenden Hamdi aradı. Geliyoruz dedim. Dün gece yemek yediğimiz lokantanın önünde buluştuk. Muğla’da yaptırdığımız “Yollar Hepimizin Paylaşalım” yazılı tişört ile onun getirdiği Atalar Kolejinin tişörtlerini değiş tokuş ettik. Yaptığımız tur hakkında bilgi verdikten sonra vedalaştık. Kısa bir yoldan sonra Belen yokuşuna tırmanmaya başladık. 15 kilometrelik sert bir yokuştu. 31 plakalı arabaların yanımızdan geçerken korna çalmaları, arabaların geçerken dikkatli bir şekilde geçmeleri dikkat çekiciydi. Rakım 715’de zirveye vardığımızda bir bakkalın önünde kahvaltı yaptık. Bolca domates, biber, peynir, ekmek, süt. Kahvaltıdan sonra Hasan’ı bekletmemek için yola koyulduk. 6-7 kilometrelik bir inişten sonra Kırıkhan- Reyhanlı kavşağına vardık. Hasan Kaynak bizi bekliyordu. Yıllar önce ona aldığım ama hala yepyeni bisikletiyle gelmişti. Nerdeyse 5 yıldır görüşmemiştik, kucaklaşıp hasret giderdik bir süre. Buradan 10 kilometre sonra Serinyol’da akrabası Dr.Nesip Kalacı’nın çiftlik evinde mola verdik. 8 dönümlük bir arazide 200 ağaç ve sayısız sebze ile Kocaeli’nden getirilmiş bir deprem evi. Verandada gölgede oturup üst baş değiştirdik. Çaylara nefis börekler eşlik etti. Tam bizlik bir yerdi. Çadır kurmak için uygun yerlerin yanı sıra dalından koparılmayı bekleyen türlü çeşit sebze. Aslında burada kalmak istedikse de Hasan bırakmadı. Bisikletleri orada bırakıp otomobille Antakya’ya gittik. Öğlen yemeğinde Hasan’ın eşi dahiliye uzmanı Filiz’de bizimle beraberdi ve Sultan Sofrası Lokantasına gidince karşımıza yaprak sarması, oruk (içli köfte) yoğurt aşı (çorba), frikli bulgur, börek ve aşure çıktı. Yedik tabii. Mozaik Müzesi, Sen Piyer Kilisesinden sonra Samandağ’da Titüs Tüneli, Beşikli Mağara, Dor Mabedi derken akşam oldu. Aslında bu saatlerde yemek yiyip yatma huyunda olan biz gezginler kendimizi Harbiye’de bulduk. Burada ne yediğimizi biz de şaşırdık. Antakyalıların sofrasına oturunca tüm limitler aşılıyordu. Sadece inanılmaz lezzetin değil, aynı zamanda estetiğin de ön planda olduğu bir sofra karşısındaydık. Rakı rakıyı, tavuğu, şiş ve Adana kebap izledi. Yanında mezelerle limonlu taze otlar, soğan salatası derken ipin ucu kaçtı. Akşamı Hasan’ın evinde noktaladık. Aslında kalmak istememiştik ama ısrar galip geldi.

Günlük gidilen mesafe 50 km

Süre 3 saat/gün

Ortalama hız 16.2 km/saat

Maksimum hız 65 km/saat

Pazartesi

Sabah uyandığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu. Hilmi akşamki sefahatten sonra rahatsızlanmış, gece boyunca kusma ve sıvı kaybı nedeniyle bitkin görünüyordu. Yola devam edemeyeceğini söyledi. Herkes itiraz etse de sonuçta kabul etmek zorunda kaldık. Serinyol’a vardığımızda bisikletleri hazırladık. Hilmi’yi üzüntüyle Antalya’ya uğurladık. Aklı bizde kaldı ama gitti. Durakta otobüsü beklerken 71’lik Mustafa ile tanıştık. Günde 3 paket sigara içiyormuş ve  bir de içmeseydin diye takıldım. Kesinlikle şimdi yeniden evlenirdin diye ekledim. Kahkahalarla güldü. Tekrar pedallar döndü. İyi bir tempo ile Kırıkhan- Reyhanlı (Topboğazı) kavşağında mola verdik. Sonra rüzgarı da arkamıza alarak 21 kilometre kadar gittikten sonra Kırıkhan’da  Petrol Ofisinde çalışanların çay teklifine hayır diyemedik. Kırıkhan sakin bir güney kasabası görünümündeydi. İçinden rengarenk kıyafetleri ile geçen bizlere ilgiyle baktılar.

Sağlı sollu sararmaya başlamış buğday tarlaları ile domates tarlaları arasında yol aldık. Bir dut ağacının yanındaki çeşmeden su içip dut ağacının altındaki meyva tezgahının üzerin bir süre yattık. Üzerimizden geçen rüzgarın sesini ve akan suyun şırıltısını dinliyorduk. Fazla zaman geçirmeyelim deyip ekibi hareketlendirdim. Bir süre sonra gidip Narlıhopur Köyü kavşağında bir portakal tezgahında durduk. Ali Akça aynı zamanda çay demleme teklifi yapınca reddetmek olmazdı.

8 kiloluk portakal çuvalını önümüze koyup yedik, bitirince üstüne çaylar geldi. Kişi başına 2 kilo portakal midedeyken pedal çevirmek olmazdı. Ali Akça’nın verdiği döşek üzerine bir de yastık getirince kalsak mı diye şakalaştık. Çayları içerken Mustafa da geldi. Çiftçinin durumundan söz açıldı. Hükümete yönelik eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. Zamanında çok kaçakçılık yaptığını, ancak şimdilerde kaçakçılığın öldüğünü, işlerin serbestleştiğini söyledi. Karşıdaki Kürt Dağlarının eteğinin sınır olduğunu anlattı.

Yola devam ettik. Hassa’dan sonra bacaklarımın biraz sertleştiğini hissettim. Gökhan ve Alp’in arkasında 140’lı nabız rakamları bana biraz fazla geldi. Hızımı yavaşlatıp arkadan onları takip etmeye başladım. Hassa’yı geçip Akbez’de bu sefer ayran molası verdik. Çin motosikletlerinin piyasaya hakimiyeti inanılmaz boyutlardaydı. Küçücük Akbez’de dahi Çin motorları satan yerlere rastlamak şaşırtıcıydı. Adana’da ise adım başı motosiklet satıcıları ile doluydu. Akşam konaklama için haritaya baktık. Islahiye’de bir süre durup yiyecek alıp, yolda uygun bir yerde konaklamaya karar verdik. Bu arada Kubilay’da çantasına takviye şeritler diktirdi.

Islahiye’den sonra köy yollarına saptık. Karapınar İlköğretim Okulu bahçesinde yeşil otların üzerine çadırları kurduk. Bahçede su da vardı, yıkandık. Çadırımı özlemiş olduğumu fark ettim. Seyahatteydim ve her şeye boş vermeye çağıran bir bencilliği vardı bu yolculuk fikrinin.

Salı

Sabah ezanla uyandık. Hızla kampı topladık. Okul bahçesi dışına çıkıp arkadaşları beklerken uzaktaki köye baktım. Bacalardan tüten dumanlar, öten horozlar ve çevredeki ağaçlardaki kuşlar. Dumanı tüten evlerde kim bilir şimdi çocuklara kahvaltı hazırlayan anneler telaştadır. Sokakta tek bir insan sesi duymak mümkün değil. Uzakta bir tarlada bir köylü çalışıyor, ortadaki yolda bir köpek bana bakıyor.

Sabah 06.30 ve tekerlek dönüyor. Biz gezginler için yeni bir başlıyor. Amaç anayollara çıkmadan Gaziantep’e ulaşmak.

Biraz ilerledikten sonra 8 kilometrelik sert bir yokuş başladı. 120’li nabız rakamlarında rahat bir tempoda tepeye çıktım. Alaca Köyünde, Jandarma komutanı Mete Yavuzyuğruk’un kahvaltı önerisine hayır diyemedik. Karakol 800 rakımda kurulu, çevresi ormanlık bir alandaydı. Kimlik kontrolünden sonra çay, ekmek, yufka, herkese ikişer zeytin ve çeyrek biber düştü. Hafif çiseleyen yağmurla yola devam ettiğimizde biraz ıslandık. Yol boyu asma, zeytin, bezelye, mercimek tarlaları eşliğinde toprak yola girdik. Bir süre sonra tekrar güneş çıktı. Yokuşu çıkarken gözüm musluk gibi ter damlayan burnumdaydı. Yokuşu alın teri ile çıkmıştım. Kurtalan köyüne vardığımızda 6 yaşındaki okul kıyafetleri içindeki küçük Mehmet ile dut ağacı altında sohbet ettik.

Dehşetli bir yokuş, kalın mıcır kaplamalı yolda artık pedal çevirecek hal kalmadı, yürüyerek yokuşa devam deyip tepeye çıktık. Kozlubağ köyünde Gökhan, bir kadından parası karşılığı yemek istedi. Tenceresi içinde bulgur pilavı ve cacık geldi ancak soğansız olmazdı. Çevremizi sarıp “emmi nereye” diye soran çocukları soğan getirmeye yolladım. Tarladan yeşil sarımsak yolmuşlar. Caminin çeşmesinde yıkadım. Nerdeyse yarısını ben yedim. Az ilerde de bir çingene çadırı kurulmuş, bakır tencerelerin kalaylanması için ateş de yakılmıştı. Bir süre gölgede yatıp dinlendik.

Yol bir süre sonra asfalta döndü. Köy yollarından inerken büyük bahçeler ve yüksek duvarlar içinde kapalı, kocaman asma kilitlerle kilitlenmiş gösterişli villalar gördüm. Bahçeler ceviz ve zeytin ağaçlarıyla doluydu. Yol kenarlarında ise ceviz ve fıstık ağaçları ile asma yoğunluktaydı. Uzunca bir yoldan sonra, Cevizli köyünden geçerken aklıma ceviz yemek geldi. Arkadaşlar da hızlı gidip gözden kaybolmuşlardı. Bir evin damında bana bakan çocuklara cevizleri varsa biraz vermelerini söyledim. Evin içinde bir telaş baş gösterdi. Anneleri cama gelerek satılık ceviz olmadığını söyledi. Ben yorulduğumu, varsa yemek için 2 tane istediğimi söyleyince durum değişti. Çocuklardan biri kısa bir süre sonra bir tabak dolusu ceviz ile çıkageldi. Sevincime diyecek yoktu. Yolculuğumuz konusunda verdiğim kısa bilgi galiba onları daha çok memnun etti.

Cevizlerin keyfiyle yola devam ettim. İlerde bir kavşakta arkadaşlarımı beni beklerken yakaladım. Yola hızla devam ettik. Bir süre sonra akşamüstüne yaklaşırken uzakta aşağıda bir yerlerde Gaziantep göründü. Görme alanımıza sığmayan boyutlarda bir alana yayılan, geniş caddeleri ve modern apartmanlarıyla bir sanayi kenti.  Kente girdiğimizde şaşırdım. Doğuda böylesine modern bir kent olacağını beklemiyordum doğrusu. Kentin ortasında bulunan Öğretmenevine gidip yer istedik, dolu dediler. Otellerde kalmak bize yakışmazdı. Şehir merkezindeki parkta zabıtalara yer sorduğumuzda, burada kalın dediler. Böylece şehrin tam ortasında ve içinden bir de nehir akan parkta çadırları kurduk. Yanımızdaki caminin cemaatı çekilince, şadırvanda da yıkandık. Ama hava serin ve su da vicdansız şekilde soğuktu. Gökhan’ın duşmatiğini musluğa takıp herkes birbirine su fışkırttı. Soğuk sudan sonra ısındık. Giyinip kentin içinde küçük bir turdan sonra İmam Çağdaş Lokantasına gittik. Lahmacun, kuşbaşı ve kuru baklavayı hak etmiştik.

Mesafe 103 km

Süre 7.3 saat/gün

Ortalama hız 15.8 km/saat

Maksimum hız  66 km/saat

Çarşamba

Sabah yanımızdaki caminin ezanıyla uyandık. Sabah 05.30’da bisikletler hazırdı. Gaziantep’de adeta bir Akdeniz iklimi vardı. İnsanlar bana alıştığımdan farklı görünmedi. Gelip geçici olduğumu bilmek, birkaç saat sonra oradan ayrılacağım duygusu ile insanlara bakmak ve yüzlerinden yaşamlarını okumaya çalışmak bana zevk verir oldu. Sabah kumru sesleri ile dolu parkta tek tük gelip geçene baktım.

Yola çıktık ama devam edemedik. Sabahleyin adeta bir otobüs seli ile karşılaştık. Sanayide çalışanların servis otobüslerinin biri geldi, biri geçti. Biyodizel kullanan yüzlerce otobüs, arkada pis kokan kara bir duman bırakıyordu ve kurtulmak mümkün değildi. En sonunda pes edip kenarda bulduğumuz bir parkta otobüs seferlerinin bitmesini beklemeye karar verdik. Saat 07.30 gibi otobüsler azalmaya başlayınca tekrar yola çıktık. Hafif yokuş, geniş ve düzgün asfaltta hızla ilerledik. Hedef Maraş’tı.

Adıyaman Kahramanmaraş yol ayrımına geldiğimizde, Maraş’a 18 kilometre kaldığını ve gidersek tekrar dönmemiz gerekeceğini düşünerek oralarda bir yerlerde kalmaya karar verdik. Fırat Petrol Ofisi istasyonunda çalışanlardan izin isteyip kamp kurmaya karar verdik. Bisikletlerin çantalarını indirdik. Boş bisikletle Maraş’a gidip biraz gezip dondurma yemek için Kubilay istekli olmadı. Yorgun olduğunu söyleyip çantaların yanında kalmayı önerdi. Boş bisikletle yola çıktık. Adeta uçuyormuşum gibi geldi. Maraş’a 6 kilometre kala lastiğim patlayınca, tamir takımı ile yedeklerin de çantada kaldığını anladım. Diğerlerinin bisikletleri 26 benimki 28 jant olduğundan onların lastiğini de kullanamıyordum. Gökhan ile Alp birlikte Maraş’a gittiler. Biraz dolaşıp Mado Dondurmalarının aslı Yaşar’da dondurma yedikten sonra bana da bir iç lastik alıp geldiler. Değiştirip tekrar kamp yerine döndük. İstasyonun arkasındaki muslukta yıkanırken çalışanlar koşup geldiler, sıcak banyolarının olduğunu, orayı kullanabileceğimizi söylediler. Bu kadarını da beklemiyorduk doğrusu. Yıkandık, çamaşırları yıkadık, çadırları tam kurmuştuk, yemek yemeğe hazırlanırken, birinin dışardan bağırdığını duyduk. Pek de anlaşılmıyordu ama bir süre sonra bize bağırdığı anlaşıldı. Biz kimdik, nasıl buraya gelip çöreklenmiştik. El kol hareketleriyle yapılan bu çağrıyı kulak arkası etmek mümkün değildi tabiî ki. Kampı toplarken en azından çalışanlar sorun yaşamasın diye gidip patronları ile konuşmaya karar verdim. Fırat Rana’ya kendimi tanıttım, işçilerinden izin alarak burada kamp kurduğumuzu, gideceğimizi ama çalışanların sorun yaşamasını istemediğimizi söledim, ama pek de inanmışa benzemiyordu. Bisikletin üzerinde seyahat eden bir doktor hikayesi inanılır gelmedi herhalde, jandarma çağırmaya karar verdiler. Bu arada ısrarla bize bira ikram etmeyi de ihmal etmediler. Jandarmalar geldi, kimlikler çıktı. Ben de Adli Tıp doktoru olduğumu, işimin jandarma ve polislerle olduğunu söyleyip bir kart verdim. Genç erlere ilginç gelmiş olmalı ki, bana günde kaç kilometre gittiğimizi, ne kadar ağırlığımız olduğunu sormaya başladılar. Ben de onlara Jandarma Karakolunun yanında konaklayıp konaklayamayacağımızı sordum, gelin dediler. Bu arada nezaketen 1 kart da Fırat beye verdim. Karta bakıp bana Hakim Halil beyi tanıyıp tanımadığımı sordu, tanımıyorum dedim. Biz jandarmalarla laflarken telefona sarılıp birini aradı. Konuşma konusuna kulak misafiri oldum tabii. “Ama abi o seni tanımıyor, evet adı da o”. Bana dönüp tekrar Halil hakimi tanıyıp tanımadığımı sordu, yine tanımadığım yanıtını aldı. Konuşma bitince ne olduğunu anlayamadan Fırat bey ellerini iki yana açtı. Jandarma erlerine iş anlaşılmıştır, arkadaşlar benim misafirimdir dedi. Neler olup bittiğini anlamak mümkün değildi. Jandarmalar ve bira gidince, bize bağıran Ali’yi yanına çağırdı. “Arkadaşlar yanlış yerde dondurma yemişler, arabaya at götür, Ferah Pastanesinde dondurma yedir” dedi. Ali’nin eski arabasıyla bu sefer tekrar Maraş’ın yolunu tuttuk. Pastaneye geldiğimizde Ali arabayı pastane önünde yolun ortasında bırakıp, koştu pastaneye girdi, kapıyı açtı. “Arkadaşlar bizim misafirimizdir, Fırat Ağamın emridir, en iyi şekilde ağırlayacaksınız” dedi. Rengarenk bisiklet kıyafetleri içindeki bizlerle zıtlık içindeki Ali, müthiş lüks pastanenin üst katına gidip baş köşeye oturduk. Önümüze bir kase içine bir şeyler kondu ve kaseden beyaz dumanlar çıkarken bize ne yiyeceğimiz soruldu. Biz de utanıp sıkılarak dondurma yiyip biran evvel geri dönmeyi düşünüyorduk. Tatlı tabağı getirilmesine karar verildi. Bir süre sonra gelen manzara inanılmazdı. Önce resim çekelim sonra tadına bakalım dedik. Şöbiyet, bülbül  yuvası, fıstık sarması, baklava. Şöyle bir kenarından tadına bakınca arkadaşlara seslendim. Önce herkes bu tabağın karşısında ibadet etsin, sonra yesin dedim. Lezzetin doruğu bu olmalıydı. Böylesine bir lezzeti baklavası ile meşhur Antep’de bile bulamamıştık. Neyse yedik kalktık. İstasyona döndüğümüzde Fırat bey gitmişti. Ali tekrar biraya davet etse de, uyumamız gerektiğini uzun uğraşlardan sonra kabul ettirebildik. Ancak yatmak da fayda etmedi. Ali’nin çalışanı ile konuşması öylesine üst perdeden ve ara sıra masaya vurulan yumruklar öylesine etkiliydi ki, sabaha karşı 3’den sonra ancak uyuyabildim. Zıtlıklar ülkesinde yaşıyorduk. Önce kovup sonra baş tacı eden, sonra da sabaha kadar alkol kokan bağırtıları ile bizi uyutmayan Ali son zamanların Türk mafya dizilerindeki tiplemelerden birini andırıyordu.

Mesafe 82.4 km

Süre 4.2 saat/gün

Ortalama hız 18.5 km/saat

Maksimum hız 71 km/saat

Perşembe

Sabah herkes uykudayken erkenden yola çıktık. 20 kilometre kadar gittikten sonra Ersan Özel Petrol Rafinerisi yanından geçerken resimlerini çektim. İlk defa bir rafineri görüyordum. Ülkemizde gerçekten toprağın altı da üstü de zenginlik doluydu. Yola devam ederek Pazarcık’a vardık. Kartalkaya Baraj Gölünün kıyısında kurulu küçük ama tam bir sanayi kasabasıydı. Opet Tesislerinde kahvaltıya oturduk. Domates, adam başı 0.5 litre süt, 200 g yoğurt, 125 g peynir, 3 yumurta, sınırsız ekmek üzerine taşımayalım diye akşamdan kalan 250 g Mado dondurmasını da yedik. Artık mideler ne oldu bilemiyorum.

Çaylardan sonra tekrar yolu koyulduk. 78 kilometre sonra Gölbaşı’na vardık ve internet kafede mola verdik. Yanımda oturan Mustafa bir zamanlar Erbakan’a domates attıkları olayı anlattı. Şambayat’a soluksuz bir tempoda vardık. Greyfurt ve yoğurt molası verdik. Adıyaman’a az kalmıştı. Saatte 37-38 kilometre hızla arkada 20 küsur yükle Alp’in arkasında uçarcasına giderken rampalardan şüphelenmeye başladık. Rampa gibi görünüyordu ama gerçekten yokuş muydu.

Adıyaman’a geldiğimizde, şehrin içinde küçük bir turdan sonra öğlen yemeğini İkram Lokantasında közde piliç yemeye karar verdik. Güzel yapmışlardı. Yemekten sonra oyalanmadan tekrar yola çıktık. 5 kilometre kadar gittikten sonra dere kenarında Beşpınar Lokantasının yanında kamp kurduk. Sahibi Fatih ile konuştuk biraz. Beklediğimizden fazla bir ilgi ile karşılaşmıştık. Çadır için bize uygun bir yer gösterdiler. Kampı kurup yıkandık.

Gece boyunca yağmur yağdı.

Mesafe 149.8 km

Süre 8.0 saat/gün

Ortalama hız 18.3 km/saat

Maksimum hız 63 km/saat

Cuma

Sabah kalktığımızda bisikletlerin üzerinin örtülü, üzerine de şemsiye çekilmiş olduğunu görünce sevindik. Gece bekçisi Abdullah’a teşekkür edip 1 adet tişört hediye ettim. Yağmur devam ediyordu ve Abdullah bize çay demledi. Bir de kek açmış, kahvaltı yaptık. Çam ve iğde ağaçlarının kokusu ve yağmura karşıdan esen sert rüzgar karıştı. Saatte nerdeyse 10 kilometre hızla yokuş çıkarken inişlerde 20’yi geçemedik. Gökhan’la Alp önden hızla gidip gözden kayboldular. Ara sıra hala incir ağaçlarını görmek nedense bir Egeli olarak hoşuma gidiyordu. Sert bir sağanak yağmurla Kubilay’la birlikte Apet Petrol istasyonuna sığındık. Çalışanlar hemen kahvaltı ikram ettiler. Köyden getirdikleri lor peynir, tere yağı ve nefis bazlama yanında çay. Daha ne olsundu. İzin isteyip tekrar yola koyulduk. Kahta’ya doğru yola devam ettik. 16 kilometre levhasından sonra rüzgar kesintisiz sürdü. 23 kilometreyi 2.5 saatte katedip Boğaziçi Lokantasına oturup çorba içtik. Her iki yanımızda buğday tarlaları göz alabildiğine uzanıyordu. Arsameia Ören Yerine geldiğimizde biraz durup fotoğraf çekme ihtiyacı duyduk. Kahta Çayının dibinde kurulu tarihi Cendere Köprüsüne bakarak çay içtik. Yola devam edip küçük bir yokuştan sonra Nemrut Dağı Milli Parkı girişinde park görevlisi Abuzer ve İzzet Ara ile sohbet ettik. Yılın bu mevsiminde pek turist olmadığını, gelen birkaç turistin zirveye çıktığını anlattı. Gökyüzü bulutlu ve hafif çiseleyen bir yağmur vardı. Bisikletlerin çantalarını orada bırakıp 17 kilometrelik yokuşla zirve yapmaya gerek kalmadı. Bulutlu havada görecek şey de olamazdı. Az ilerde dere yatağının yanında kampımızı kurduk. Debisi yüksek derede yıkanırken nerdeyse su beni de götürüyordu. Tabii yıkanırken resim çekmeyi de ihmal etmedik. Yanımızda tavuğumuz vardı ve akşam için ateş yakacaktık. Tavuğu kesme işi benimdi, büyük taşlardan bir ocak ve çevredeki ağaç dallarından şiş yapıp pişirdim. Ekmek ve tuzla nefis bir akşam yemeği yedik. Gece rüzgar ve yağmur giderek şiddetlendi. Rüzgarın çadırın dışında eserken çıkardığı sesi dinledim. İyi ki çift kattı, nerdeyse çadırın çubuklarını kıracak derecede esiyordu. Bir ara kalkıp çadırın bağlamadığım iplerini tekrar bağladım. Gece ara ara uyandım, ara ara ile uyudum.

Mesafe 55 km

Süre 3.5 saat/gün

Ortalama hız 13.9 km/saat

Maksimum hız 55 km/saat

Cumartesi

Sabah kalktığımızda ortalığı sel götürüyordu. Diğer arkadaşların çadırları tek kat olduğundan tüm malzemeleri ıslanmış, bir tek ben kuruydum. Sel suyunda kaşıklarımızı yıkayıp dünden kalan yoğurt ve ekmekle kahvaltımızı yaptık. Islak ama neşeliydik. Tekrar Parkın giriş kapısına giderken yağmur tekrar şiddetlenip bizi iyice ıslattı. Abuzer bizi tekrar misafir etti. Yiyecek nesi varsa çıkardı. İçtenliği gerçekten inanılmazdı. Ona da bir tişört hediye edip çaylarımızı da içtikten sonra yağmurla birlikte tekrar yola çıktık. Yağmur şiddetlenince bir ağılın sundurmasına sığındık. İçerden bize bakan ineklerle biraz sohbetten sonra, yine yola düştük. Yağmur ara ara sağanak halinde yağıyordu. Bu ara Gökhan’ın zirciri kırıldı. Alp’te zincir sökme aleti vardı ama o da öndeydi. Benim çekme halatı ile bir süre Gökhan’ı çekmeye çalışsam da, kısa sürede iflas ettim. Bisikletleri değişip Gökhan’ı öne aldık. Güç farkımız gerçekten dehşetliydi. Rüzgar gibi yola atıldık. Ben arkada sadece sele üzerinde otururken, Alp’e yetişmeye çalışıyorduk. 10 kilometre kadar bu şekilde gittikten sonra Alp nihayet insafa gelmiş bizi beklemeye başlamışken Erol Gaz Tesislerinde ona yetiştik. Kubilay’ın ıslanan tüm malzemelerini çıkarıp çitlere astık. Tamir işi bitince yola çıktık. Nihayet güneş çıkmıştı ve kurumaya başlamıştık. Toprak damlı evlerin çevresinde kafada takke, ayaklarında lastik ve şalvar, sanki bir örnek giyinmiş başörtülü ve uzun mantolu kadınlar, güneydoğuya geldiğimiz belli oldu. Gerger’e bağlı Korulu Köyünün Keferge Mezrasında feribotun önüne geldiğimizde 2 saatimizin olduğunu gördü. Çevrede bekleyen kamyon sırasının yanından geçip birer çay içtik, fotoğraf çektik. Feribot geldiğinde hemen yerimizi aldık ancak yağmur da tekrar başladı. Görevli bizim bisikletleri araç sayıp motosiklet parası isteyince kavga başladı. Ama sert kayaya çarpmışlardı. Alp işi halletti. Karşıya yanaşınca yüklü kamyonlara tutunup sert yokuşu çıktık. Ama manzara olağanüstüydü ve Atatürk Barajının resmini çekmek için kamyonu bıraktım. Resim faslı bitince tekrar yokuşu çıkmaya başlamıştık ki yeni bir kamyon geldi ve bu sefer 4 kişi aynı kamyona tutunduk. Artık Siverek yolundaydık ve göz alabildiğine düz bir ovada inanılmaz sayıda hayvan otluyordu. Sağlı sollu hayvan ağılları yanı sıra korucu siperleri de gözümüze çarpmadı değil. Bir yol işaretinin yanında durduğumuzda yanımıza Faik Dağbakan geldi. Omzunda keçe, elinde sopası ve bir aylık sakalı ile bize ilgiyle baktı. Bizi soru yağmuruna tuttu. Kaç çocuğu olduğunu sordum, şöyle bir düşündü, 5 dedi. Sonra, yok 3 de kız var dedi. Resmini çektik. Buralarda terör var mı diye sordum, “buralar hep Bucak, terör yoktur, serbesttir gezin” dedi. Arkasındaki yüzlerce koyun ve keçi ile sanki buraların sahibi gibi konuşuyordu. Ve bizde onun kırk yıllık arkadaşlarıydık. Bu yanıt içimize bir sevinç verdi. Siverekli Faik’in yüzüne baktım, gözlerinin içine baktım. Işıl ışıl gözlerine, 32 dişini gösteren gülümsemesine ve birkaç aylık sakalına. Sıcaklığı içimi ısıttı. Memleketimin uzak bir köşesindeydim. Burası benim doğduğum veya yaşadığım bir yer değildi. Ama buralara kendi gücümle gelmiş olmak ve buralardan biriyle kısa da olsa tanışmak, ondan yakınlık görmek, işte güzel olan buydu. Tanımadığın insanı, ülkeyi sevmek mümkün olamazdı. Memleketini sevmek düşüncesi bir soyutluktan çıkmış ve somuta dönüşmüştü. Siverek’e gitmiş ve Faik’i tanımıştım. Yola devam ettik. Yol son derece düzgün, yeni yapılmış görünüyordu. Yolda yer yer korucu mevzileri vardı. Hafif bir inişten sonra köprüye girerken yolun ortasında bir su göleti gördüm. Hızımı kesmeye kıyamadım, 56 kilometre hızla suyun içine daldım. Sıçrayan sularla bacaklarımın temizlendiğini gördüm.

Siverek’e girdiğimizde insanların ilgisi görülmeye değerdi. Çocuklar çevremizi sardı. Bize nereden geldiğimizi sordular. Resimlerini çekip adreslerini aldım. Polis Merkezine gidip nerede kalabileceğimiz konusunda bilgi aldık. Urfa yolunda Gülpet Şelale Petrol İstasyonundan Salih Ustanın adını aldık. Pedallara asılıp Salih Ustayı bulduk. Kampı kurduktan sonra sıcak duş ve nefis bir kebap günün bütün yorgunluğunu aldı götürdü.

Mesafe 86 km

Süre 5.40 saat/gün

Ortalama hız 15.2 km/saat

Maksimum hız 60 km/saat

Pazar

Siverek’te sabah kalktığımızda yağmur yağıyordu ve bu sefer yağmurdan kaçacak zamanımız da yoktu. Geceden kalma yoğurt ve ekmek üzerine portakal yiyip yola çıktığımızda saat 06.30’du. yağmur altında herkes keyifsiz aka şikayet etmeden son sürat  yola koyulduk. 23 kilometre kesintisiz yağmur altında yol aldıktan sonra nihayet ufukta bulutların aralandığını gördük. Pedallara daha bir asılıp yağmursuz bölgeye vardık. Güneş tepemizde parlamaya başladı ve yola devam ettik. 12 kilometre daha gidip 35. kilometrede Hilvan’a vardığımızda önden basıp giden Gökhan, Emek Pide Fırınında fırının yanında oturmuş ve nerdeyse kurumuştu. 35 kilometreyi 1.5 saatte almıştık ve bu tüm turun rekoruydu. Biz de üzerimizdeki yaş kıyafetleri çıkarıp bisikletlerin üzerine serdik, kuruları giyip fırının sıcaklığına girdik. Ahmet Ustaya karışık pide ısmarladık ama önden hemen çaylarımız geldi. Çocuklar biber ve patlıcan getiriyor ve Ahmet Ustanın verdiği şişlere geçiriyorlardı. Kahvaltıda közlenmiş biberle patlıcan adetmiş burada. Önce pek anlayamadım ama çocukların yanı sıra büyüklerde de bir uzaklık vardı. Yabancı olan her şeye karşı bir çekingenlik hemen hissediliyordu. Daha sonra buranın Apo’nun memleketi olduğu aklımıza geldi. Pideleri çaylar kovaladı ve bizler yolcuyduk. Tekrar yola koyulduk Urfa’ya doğru. Yol sağ ve solda, çayırlık, geniş ve yeni bir yoldu. Ağaçlar nerdeyse yok denecek kadar azdı. Urfa’ya 30 kilometre kala başlayan fıstık ağaçları her iki yanımızda uçsuz bucaksız bir şekilde uzanıyordu. Bazı bahçelerde yanlarına asma da dikilmişti. Ne zenginlikti bu. Hızla geçen araçlar bize adeta yolda ne işiniz var der gibiydi. Ama biz de yolcuyduk ve yollar hepimizindi. Bizi sıkıştıracağını düşündüğümüz araçlara yol vermedik. Araç sollar şekilde bizi geçmelerini sağladık. Molasız yola devam ederken lastiğim patladı. Taktığım lastik de patlak çıktı. Neyse patlak ve ihtiyaç molasından sonra 94. kilometrede 13.30 gibi Urfa’ya vardık. Otogara gidip biletlerimizi aldıktan sonra kentte ufak bir tur atmayı ihmal etmedim. Ortalıkta tarikat üyeleri olduklarını belirtir tarzda giyinmiş insanların yoğunluğu dikkat çekiciydi.

Bu gezi ne gezisiydi diyenlere öncelikle bir spor etkinliği demek gerekiyor. Çok sıkı bir antreman ve iyi bir kondüsyon gerektiriyor. Her ne kadar Antakya’da gezi gastronomik bir özellik kazanma tehlikesi yaşasa da Antakya’dan sonra tekrar kendimize geldik. Damak tadı gözetilmeden protein ağırlıklı beslenme bu gezi için olmazsa olmazdı. Öbür türlü sonraki günler performanslarımız önemli ölçüde düşüyordu.  Aynı zamanda her türlü doğal koşula da  uyum sağlama önemliydi. Güvenli olduğunu düşündüğümüz yerlerde kamp yapmıştık. Akşam serinliğinde ve rüzgar altında bulduğumuz her suda yıkanmıştık. Zaten başka türlü de bu gezi  gerçekleşemezdi. Bu bize kendimize yönelik gerçek bir güven duygusu kazandırıyordu. Can Dündar’ın dediği gibi işin sırrı, geçmişi ve gelecek hayallerini bırakıp bir bisikletin selesinde uzaklaşabilmekti. Koltuğa yerleşmeden, 50 yaşı beklemeden, bavulu iteklemeden, önünü ardını bilmeden, bisikleti hesapsız bir yarına doğru sürebilmekti, belki de mutluluğun sırrı.

Mesafe 103.9 km

Süre 5.30 saat/gün

Ortalama hız 18.8 km/saat

Maksimum hız 52.5 km/saat

Odometre 4683

Dr.Bülent Savran

]]>
https://www.muglabisiklet.org/guneydogu-bisiklet-turu/feed/ 0
Ereğli – Çanakkale Bisiklet Turu https://www.muglabisiklet.org/eregli-canakkale-bisiklet-turu/ https://www.muglabisiklet.org/eregli-canakkale-bisiklet-turu/#respond Sun, 26 Jan 2014 14:07:24 +0000 http://localhost:8888/mbd/?p=35 Dr.Bülent Savran

25 temmuz pazar:

Gece Efe Tur otobüsüyle Adapazarı’na hareket ettim ve pazar sabahı ancak 08.30 sıraları Adapazarı otogarına vardım. Gece otobüste pek de uyuyamamıştım ama yine de yeni bir bisiklet turuna başlamanın verdiği heyecanla otobüsten bisikleti ve çantaları indirip, tekrar bisiklete yükledim ve biraz ilerdeki Shell petrol istasyonunda tuvalet ve giyim molası verdim. Molaya çayda eklenence daha keyifli olarak saat 09.00 sıraları yola koyuldum. Adapazarı’nı ilk kez görüyordum, yol boyu bakımlı tarım alanları dikkati çekiyordu. Mısır, buğday tarlaları ve meyve bahçeleri boyunca yol oldukça düzgündü. Kandıra’ya kadar olan 40 km. mesafeyi hızlı bir şekilde katettim.

 

Kandıra’yı bugüne kadar hep duymuş ve hiç görmemiştim. Türkiye’nin önemli tarımsal üretim alanlarından biriydi. Açlık kendini hissettirmeye başlamıştı.. Önünden geçtiğim fırından aldığım 2 simit ve bir bakkaldan 0.5 lt süt ile iyi bir yemek yedim. Kandıra’dan sonra Ağva (Yeşilçay) yolu dik yokuşları ve saat öğle saati olmasına rağmen, yolda mola vermek istememem nedeniyle oldukça yorucu bir yol oldu. Öğlen gibi Ağva’ya vardığımda, bir tatil beldesiyle karşılaştım. Doğal dokusu bozulmamış, yeşillikler içinde küçük ve güzel bir belde. Camide beni bekleyen Alp ve Gökhan’la avluda buluştuk. Doğrusu bekleyecek yeri de iyi seçmişler, tuvalet ve duş alacak yeri bile vardı. Matları yere yayıp biraz dinlendim.  Yanlarında getirdikleri şeftalileri yedik ve 16.00 da hareket ettik. 19 km.lik dik yokuştan sonra kan şekeri düştüğünden Kabakoz köyünde tekrar yanımızda getirdiğimiz kahvaltılıkları yedik, caminin buz gibi soğuk suyunun altına kafaları sokarak serinledik. Kan şekeri biraz yükseldikten sonra Şile’de konaklamak üzere pedallara asıldık. Yol inanılmaz ölçüde dik yokuşlu, tabii ki aynı şekilde inişliydi ve çok yoğun bir trafik kalabalığı ile karşılaştık. Hafta sonu tatilcilerinin tam da İstanbul dönüşüne rastlamıştık.

Şile bizim için tam bir hayal kırıklığı oldu. Ortalık inanılmaz ölçüde kalabalık ve bir o kadar da çöp doluydu. İstanbul’dan gelen hafta sonu tatilcilerinin tüm çöplerini etrafa gelişigüzel yayarak gittiklerini görmek doğrusu bizi biraz üzdü. Akşam karanlık basmak üzereyken, çadır kuracak yer bulamasak da, bir pansiyonla anlaşarak burada kalmaya karar verdik.

Günlük mesafe: 138 km

Max hız: 59 km

Süre: 8 saat 11  dk.

Ortalama hız: 59 km/saat

Max kalp hızı 164/dk

26 temmuz pazartesi

Otobüste geçen uykusuz geceye bir uykusuz gece daha eklendi. Oysaki akşam yemekten sonra sadece bir çay içmiştim. Galiba yorgunluktan tam uykuya dalamadım, uyudum, uyandım, sonra tekrar uyudum ve uyandım derken sabah oldu. Saat 06.15 de tekerlek döndü. Şile’ye şöyle bir baktım, sokakta kimsecikler yoktu, daha doğrusu biz ve köpeklerden başka. Meşe, gürgen, ıhlamur ve kestane ağaçlarından oluşan ormanların yanından, ağaç kokularını içimize çekerek Alp’in rüzgar boşluğunda 20-25 ortalama hızla çoğu yokuş 31 km. yi katettik. Kan şekeri yine düştüğünden, çorbacı aramaya başladık. Yol hep gözlemecilerle dolu olmasına rağmen, çorba içmekte kararlıydık. Sonunda Ömerli sapağında bir lokantada çorba bulunca mola verdik. Herkese birer işkembe siparişi verip, hemen bir gün öncenin çamaşırlarını tuvalette yıkayıverdim. Masaya oturduğumda, beklerken hipogliseminin etkisiyle, sarımsaklı sirkeye ilk ekmek şamandırasını koydum. Derken Alp ve Gökhan’da birer ikişer şamandıra atınca önümüzdeki sirke kasesi kısa zamanda bitti. Çorbalar geldiğinde lokantacıya sirke koymayı unuttuğunu söyleyip, kaseyi uzattık. Gelen sarımsaklı sirkenin yarısını, Alp’e “elini korkak alıştırma” diyerek  kendi tabağıma boca ettim. Çorbalar bittiğinde sirke de bitmişti, ikinci parti çorbaların siparişini verirken sirke kasesini tekrar uzattık garsona. Boş sirke kasesini görünce içerideki lokantacıya yüksek sesle “sarımsak soy” anonsuyla hepimiz güldük. İkişer çorba ve üzerine de birer çay içince kan şekeri tekrar normale dönmeye başladı. Bu arada lokantacıyla, lokantanın önündeki Karadeniz’e özgü karayemiş ağacıyla ilgili muhabbete daldık.  Yol konusundaki son uyarılarımızı da aldıktan sonra Beykoz yönüne döndük ve nihayet trafikten uzak, her iki yanı tamamen meşe ve kestane ormanları ile kaplı bir yolda ilerlemeye başladık. Polonezköy-Adapazarı sapağından sonra yokuşu çıkarken boş ve aynı zamanda son sürat giden kamyon trafiği bizi biraz endişelendirse de Polonezköy (Adampol) Kahvesinde çay iyi geldi. Bu arada yokuştan inen şişman insanların çokluğu dikkatimizi çekince, bu kadar şişman insan nasıl burada toplandı diye kahveciye sorduk. Dr.Muzaffer Kuşhan’ın zayıflama kliniğinin “hastaları” olduğunu öğrendik. Aşağı inen hastaların arabayla takip edildiklerini, ihtiyaç durumunda arabaya alındıklarını, 1. hafta için 700, 2. hafta için 600, 3. hafta için 500 dolar ücret ödediklerini öğrendik.

Beykoz yönüne doğur yola devam edip, kendimizi İstanbul’da bulduk. Bu güne kadar İstanbul’u hiç bisikletle gezeceğim aklıma gelmemişti. Yavaş yavaş kan şekerindeki düşüş kendini gösterdi, amaç deniz kenarındaki balıkçı  kayıklardan balık yemek olduğundan Alp’ten aldığım birkaç bisküvi ile yola devam ettim. Sıkı bir inişle Beykoz’dan kıyı şeridine indik ve kışı şeridini takip ederek Kandilli- Aşiyan- Üsküdar- Kadıköy’e kadar pedal çevirdik. Kadıköy’de balığımızı yedik, gerçi Eminönü’ndeki lezzeti bulamadık ama, artık seçeneğimiz de yoktu. Buradan Fenerbahçe’ye gidip Yeşil Bisiklet’i ziyaret etmeye ve sonra Sirkeci’deki bisikletçilere gitmeye karar verdik. Yeşil’den bir tişört aldıktan sonra vapurla Sirkeci’ye geçtik. Buradan da bir tane tişört, bir vites kolu takımı ve yedek fren pabuçları alıp Alp’in isteği üzerine Sultanahmet ve Beyazıt’a gidip Alp’in resim çekmesini bekledik. Banliyö treni ile son durak olan Halkalı tren istasyonunda inip, benim ev işleri için arkadaşlarımı birkaç saat beklettikten ve gece karanlığına kaldıktan sonra bütün yorgunluğumuz ve yükümüzle çevredekilerin çıkamazsınız dediği sıkı bir yokuşu tırmanıp Sefaköy’de Gökhan’ın işyerinin bir şubesi olan UM-AT’ta gece konakladık.

Katedilen mesafe: 109 km

Ortalama hız: 15.3 km

Maksimum hız: 64 km/s

Bisiklet üzerinde geçen süre: 7,07 saat

Ortalama kalp hızı 146/dk.

27 temmuz Salı

Gece yine tam olarak uyuyamadım, bugünle uykusuz geçen gün sayısı 4 oldu. Bunda sivrisineklerin de rolü vardı. Ancak yine de sabahları yorgun hissetmediğimi de söylemem gerek. Sabah saat 06.30 da E5’de 19 km.lik inanılmaz bir trafik keşmekeşi içinden son sürat gittikten sonra yol biraz rahatladı ve 24. Km.de Büyükçekmece’de kahvaltı yapmaya karar verdik. Hep çorba içmememiz gerektiği, proteinden zengin beslememiz gerektiği üzerine yaptığım konuşma etkili oldu, bol yumurtalı ve sütün de bulunduğu sıkı bir kahvaltı yapacaktık ama ne çare tüm çorbacılar kapalıydı. Merkez Köfte Salonunda kötü bir işkembe çorbası ve yarım litre süt ile nefis birer simit ile kahvaltı yaptık. Kalvaltıya rağmen yolda Gökhan sürekli canının tatlı istediğini söyledi durdu. Yola devam edip Silivri’ye vardığımızda yol üzerinde BİM’i görünce mola verdik. Galiba artık vücutlar yağ yakmaya başlamış olmalı ki, nefis bir yoğurt ve Gökhan’ın herkese birer adet hesabı ile aldığı 80 g.lık kocaman çikolataları da yedik. E5’de 69. km.den sonra Çerkezköy’e sapınca nihayet trafikten kurtulduk. Günün 75. km.sinde köylülerin tezgah üzerinde domates, salatalık, erik sattığı bir çeşme başında durduk. Suyumuzu içip biraz kendimize gelince Mustafa’dan 2 kg domates alıp, bunları yerken sohbete koyulduk. 15 dönümlük bir tarlası varmış. Tohumun çok pahalı olduğundan, tarlaların gübre nedeniyle yorgun olduğundan, sattığı kavunun her bir tohumunun 150 bin lira olduğundan bahsetti. Günün sıcağı üzerine yorgunluk da eklenince çayıra yattık, ama yine sinekten gözümüzü açamadık. Öğlen sıcağında 2.5 saat kadar  dinlenince yola devam deyip Maxi’de de biraz zaman geçirip Çerkezköy’e vardık. Bugüne kadar Trakya’yı hiç görmediğimden çevreye baktım. İnsanların modern ve canayakınlıkları dışında bir farklılık yoktu. Burada kıraathaneler çayevi olmuş. BİM’den yumurta, peynir, yoğurt alıp bir tanesinde  oturduk. Çayevinin sahibi telenjektazik yüzlü güleryüzlü biriydi. Yumurtalarımızı pişirdi. Biz de sıkı bir yemek yedik. Çevredekilerle konuşurken ısının 40 derece üzeri olduğunu öğrendik. Öğlen sıcağı biraz geçtiğinden ayçiçek, buğday, arpa tarlalarının yanısıra yola devam edip 124. Km.de Kavacık Köyüne saptık. Amaç gezi sırasında köylülerle de zaman geçirmek, onları tanımakdı.  Kahvede köylülerle birlikte oturup birer çay içtik. Köyün sütçülük yaptığından, sütün bu yıl geçen yıldan daha ucuz 400 bin lira olduğundan bahsettiler. Fazlı dayıdan köyde okulun önünde çadır kurmak için izin istedik. Muhtarın olmadığını, kendilerinin bize izin veremeyeceklerini söyleyince, insanımızın kendi insanına nasıl bu kadar güvensiz olabildiğine şaşırdım. Tüm yorgunluğumuzla geri dönüp komşu Edirköy’ün cami şadırvanında yıkanıp buğday tarlalarında demetlerin üzerinde çadır kurduk. Çadırı kuralı 10 dakika olmadı, sivrisinek sesini duyunca Gökhan’a seslendim, ama horultuyla karşılaştım. Neyse Alp’ten bir el lambası alıp sineği öldürdüm. Buğday demetleri üzerinde yatmak gerçekten çok konforluydu ve ilk deliksiz uykumu uyudum.

Katedilen mesafe: 129 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 6.3 saat

Ortalama hız :12.4 km/saat

Maksimum hız: 62 km/s

Ortalama kalp hızı 90/dk

Maksimum kalp hızı 112/dk

28 temmuz Çarşamba

Sabah saat 05.00 da kalkıp 05.30 da yola koyulduk. Havanın ısınması nedeniyle bundan sonra sabahları 05.00 de kalkmaya karar verdik. Bir süre gittikten sonra Çakıllı köyünde 807 yıllık anıt niteliğinde Çınar ağacının fotoğrafını çektik. Yollar yine ayçiçeği, mısır ve buğday tarlaları boyunca uzanıyordu ve parsellerin büyüklüğü  dikkat çekiciydi. Vize’ye vardık. Yine BİM tabelası bizi karşıladı. Hava bugün kapalı, hafif yağmurluydu. Yumurta, peynir, zeytinden oluşan mükemmel bir kahvaltı yaptık. Çaylarımızı içip yola devam ettik. Yolda Kırklareli Istranca Köy Kooperatifinde yoğurt molası verdik. Kooperatif görevlisi Zafer’le sohbete koyulduk. Yoğurt bitince gerdirme ile ağrılı quadricepsler biraz rahatladı. Geçen yıl bir Alman çiftin buraya geldiğini, tesis içinde konakladıklarını söyleyince ben de biz de isteseydik burada çadır kurabilirmiydik dedim. Beklediğim gibi hayır yanıtını aldık. Yola devam edip 10 km.lik yağmur altında bir yoldan sonra 11.30 gibi Kırklareli’ye ulaştık. Tipik bir tarım kenti görüntüsündeydi, ancak eski cami ve hamamların çokluğu dikkat çekiciydi. Hızırbey Hamamı önündeki ayakkabı boyacılarına sorunca Ayan Kardeşler’de köfte yemeye karar verdik. Köftenin yanında gelen koyun yoğurdu da yemek sonrası tatlı gibi geldi. Çevrede esmer vatandaşların çokluğu, ilginç görüntüler oluşturuyordu. Bisikletlerimiz ve bisiklet kıyafetleri içinde bizler de onlara ilginç geliyor olmalı ki, yemek sonrası Tatsan Helva’dan Mikail Ustadan helva alırken indirim yapmak yetmedi, birer de taneli Tatsan cevizli nuga hediye aldık.

Havanın bulutlu olması ve erken kalkmamız nedeniyle bugünkü yolu uzatmaya karar verdik. Yarınki hedef olan Edirne’ye bugün gitmeye karar verdik. Köfteler işe yaramış olmalı ki, çok sıkı bir tempoda 30-35 km. ortalama ile yola düzüldük. 19 km. sonra İnece’de çimlerin üzerine bir süre yatınca, sağ gözde kaşıntı, burunda akıntı gibi allerjik reaksiyonlar başladı. Acele kalkıp tekrar yola koyulduk, bu kez de Alp’in lastiği patladı. Yeşillik bir yerde değiştirirken benim reaksiyon devam ediyordu. Lastiği şişirirken taktığı lastiğin de patlak olduğu anlaşıldı. 137. km. de Edirne’deydik. Kentin her yanı adeta tarih kokuyordu. İnsanların kültür düzeyleri de, yol boyu gördüğümüz diğer yerleşim alanları ile kıyas kabul etmeyecek şekilde farklıydı. Hava kararmadan Selimiye, 3 Şerefeli Cami ile Eski Cami’yi ziyaret edip Bayberk Döner’de tavuk döner ısmarladık. 12 yaşındaki Cengiz’i 2 kez soğan bulması için gönderip yarım ekmek arası tavukları yedik. Ancak Gökhan’ın  doldurması ile abartıp birer tane daha yiyip iyice şiştik. Çalışanlarla sohbete başlayınca, Er Meydanında çadır kurabileceğimizi öğrendik. Akşam hava kararmadan çadırları kurduk, tam yıkanmaya başlamıştık ki sivrisinek saldırısına uğradık. Acele yıkanıp, ilaç sürünceye kadar epeyce isabet aldım. Er Meydanı gerçekten etkileyiciydi. Tarihin geçmişten günümüze her yandan uzandığı bir alandı. Güreşlerin yapıldığı yerler, kesik kafaların konulduğu taşlar, savaş sırasında kuşatma altındaki Atalarımızın kabuklarını yedikleri çınar ağacı gibi. Bu arada yanımıza gelen bisiklet sevdalısı İsmail Demiray’la da bir sohbet başladı. Bisikletle kısa geziler yaptığını ama, bizim yaptığımız anlamda uzun gezilere çıkmak için çok istekliolduğunu ama arkadaş bulamadığını söyledi. Ben de ekim ayında organize edeceğimiz Gökova Körfez gezisine kendisini davet ettim. Çevrede çok sayıda piknikçi ve müzik eşliğinde şarkılar söyleyen  gruplar vardı. Ortak noktaları herkesin kan alkol düzeylerinin de oldukça yüksek oluşuydu. Ancak kimsenin diğerlerini rahatsız etmemesi de dikkat çekiciydi. Belliydi ki burada bir içki kültürü vardı.

Katedilen mesafe: 143 km

Bisiklet sürülen süre: 8.03 saat

Ortalama hız 17.7 km/s

Maksimum hız 58 km/s

25 temmuz Perşembe

Güzel bir uykudan sonra sabah 05.00 da kalkıp 05.45 de tekerlek döndü. Arkadaşlar önce bir işkembe çorbası içmek isteyince, yoldan geçen birine sordum. İlle Taşkın İşkembe Salonuna gitmemizi salık verdi. Hamis Çarşısında Taşkın ustanın çorbasına attığım ilk kaşıktan sonra Gökhan’la birbirimize baktık. İşkembe çorbasını severdim ve hayatım boyunca çok yerde de içmiştim. Buna meşhur lokantalar da dahildi. Ama bu sanki işkembeden öte, bir sihir bir tılsım gibi bir şeydi. Çorbanın yanında verdikleri hem ızgara edilmiş hem de yağda kızartılmış acı biberler de doğrusu müthişti. Taşkın Ustaya teşekkür edip yola koyulduk. Hedef Keşan’dı. Şehirden çıkmadan bir bisikletçi daha gördük, daha doğrusu bir bisiklet ve iki bisikletçi. Marcel ve Brigitte, İsviçre’liydiler ve ülkelerinden yola koyulup, İstanbul’a  gidiyorlardı. Tandem bisikletleri ve arkadaki römorkları ile çok hoş bir görüntü oluşturuyorlardı. Yol boyu gördükleri ilk bisikletçiler olduğumuzu öğrendik. Harita üzerinde yol konusunda sorularını yanıtladıktan sonra, Edirne çıkışında yollarımız ayrıldı. Çok geçmeden Saçlımüsellim köyünden geçerken çay teklifi alınca karnımız çok aç olmasa da oturmaya karar verdik. Çaylarımızı içerken Üşmen bey evinden bal, peynir, domates ve köy ekmeğinden oluşan bir kahvaltı tepsisi getirdi. Köy 1893 mücahiri imiş. Kahvaltı için bisikletten  su matarasını almaya kalktım; yanımdaki köylünün “su vardır burda bee” seslenişine gülümsedim. Evet tam istediğim yerdi. Trakya’nın gerçek köylüleri. Köy 54-55 hane kalmış, herkes İstanbul ve Edirne’ye göçmüş. 20-30 lu yaşlarda kimse kalmamış. Teşekkür edip kalktık. Bacalardaki leylek yuvaları ve ördeklerin yanından geçerek uçsuz bucaksız çeltik, buğday, mısır tarlaları boyunca yola koyulduk. Meriç sınırına gelince, bu kadar insanın kaçmaya kalktığı ırmağı görmek istedik. Sığırcıklı köyünden Süleyman beyle konuşurken, hep öte tarafa mı kaçarlar, hiç bizim tarafa kaçan olmuyor mu diye sordum.30 yıl kadar önce Yunanistan’dan bizim tarafa kaçanlar olduğunu, şimdilerde kaçışın hep Yunanistan’a doğru olduğunu söyledi. Yol boyu hep gözetleme kuleleri vardı ve askeri araçlar vızır vızır çalışıyordu.

Ergene nehrin vardığımızda ilk dikkatimizi çeken şey kirlilik oldu. Nehir kenarındaki yağ fabrikalarının nehre akıttığı kirlilik, çevredeki inanılmaz genişlikteki tarım havzası düşünüldüğünde ülkemizin sahipsizliğinin bir başka delili oldu. Yine de Ergene ovasının mısır ve ayçiçeği tarlalarının verimi, doğanın her şeye rağmen inatla yaşamaya devam ettiğinin göstergesiydi. Uzunköprü’de su molası verdiğimizde, çevremizi saran esmer yurttaşlarımızın epey ilgisini çektik. Benim de az ötede kokoreç satan ustanın inanılmaz kiloları ilgimi çekti. Trakya halkının hoşgörüsüne sığınarak “pişirdiklerinin yarısını sen yiyorsun galiba” dedim. Tahmin ettiğim gibi, gülümseme ile yanıtımı aldım. Keşan’a 10 km. kala sıcağın ve 2 km.lik sert yokuşun etkisiyle, yorgun ve susuz vardığımız Paşayiğit’te kahvede otururken, önümüzdeki sebze arabasından aldığımız 2 kg. domates, susuzluğumuzu giderdi.  Domatesten sonra 10 km.lik inişle Keşan’a vardık. Sokaktaki birinin tavsiyesi üzerine Göktaş Lokantasında kendimize pide ısmarladık.

Çaylar da içildikten sonra, kalabileceğimiz yerler konusunda çalışanlardan aldığımız bilgi üzerine Çanakkale yolundaki orman kampında konaklamaya karar verip, pedallara asıldık. Birkaç kilometre gidince14 km ilerde Orman Kampı tabelasını görüp, bugün erken kamp kurabileceğimizi düşünüp keyifleniyoruz. Gökhan, “abi, yarım saatte alırız” diyor. 5 km kadar hızla ilerledikten sonra bir yokuşun başında, “9000 m” işaretini görünce bana şaka gibi geliyor. Genellikle tabelalarda km yazılı olduğundan, herhalde yanlıştır diyorum. Tırmandığım tepenin üzerinde biteceğini düşünüp asılıyorum pedallara. Tepe bitiyor, bir düzlük, sonra bir yokuş daha başlıyor ve bu hep böyle tekrarlanıyor. Artık gerçekten gidecek halim de kalmadı. Gökhan ve Alp giderek yokuşun yukarılarında benden uzaklaşıp ve sonunda görme alanımdan kayboldular. Keşan’a kadar 120 km geldikten sonra, güneşin altında bir de 9000 metrelik bizimle dalga geçen bu yokuş gerçekten fazlaydı. Yokuşun biteceğinden umudumu kesince, bari kendimi kurtarma umuduyla, durup kafama bandanamı sarıp tekrar kaskımı giydim. Ne olursa olsun bisikletten inmeden bu yokuşu çıkacaktım. Otomobiller benimle dalga geçer gibi camları kapalı klimalar çalışır vaziyette son sürat yanımdan geçiyorlardı. Şile yokuşları dışında, ilk defa 12. vitese attım ve ağır ağır 9 km.lik yokuşu bitirdim. Yokuş bittiğinde bandana terden sırılsıklam, ben de bitmiş durumdaydım. Aşağıya doğru inmeye başladım, bir yandan da arkadaşlarımı arıyorum. 2-3 km.lik sert inişten sonra yoldan bir düdüğe benzer bir ses duyup bakınca sol yanda Orman Kampını gördüm. Bisikleti park edip, Gökhan’ın gösterdiği çeşmeye gittim. Çeşme başındaki insanlar, ellerindeki pet şişelere su doldurup soğukluğundan söz ediyorlardı. Bir matara suyu dibine kadar içtikten sonra, kafayı sokuyorum suyun altına. İnce akan su birden artıyor. Soğuk su, buhar çıkan kafamdan, yüzümden akıyor, rahatlıyorum. Kafayı kaldırınca Gökhan’ın kendi matarası ile de akan suya takviye yaptığını görüyorum. Arkadaş dediğin böyle olur. 131 km.den sonra otlara yatıp biraz kendime geldim. Bu arada Gökhan, çadır için izin verilmediğini söyleyince pek de üzülmedim. Kapıdağ Yarımadasının üzerindeyiz ve aşağıda, nefis bir deniz manzarası görünüyor. En olmadı, bırakırız bisikletleri ve deniz kenarında nasılsa bir yer buluruz kararı ile oyalanmadan tekrar pedallara asılıp yola koyuluyoruz. İniş sert, km saati 70’i gösterince, korkudan gidonu daha sıkı tutuyorum. Düzlüğe inince git git bitmiyor. Şarköy sapağından geçince yolun sağında Dirikköy’de kamping yazısı görüp, daldık içeri. Yolun kenarında bir de çeşme var ve deniz kenarına inince asıl sürpriz çıkıyor karşımıza. Bir askeri plaj ve duşlar var ve kapısı kilitli, boş, Ender Tatil Sitesinin önü de çadır kurmak için uygun. Yıkanmış, çamaşırları yıkamış, kampı kurmuş olmanın rahatlığıyla, denizden batmakta olan günbatımını izlemeye koyuluyoruz. Akşam yemeğimiz için Keşan’dan aldığımız birkaç parça yiyeceğimiz var. Yine erken yatıp sabah 05.00’da kalkacağız ve tekrar yola koyulacağız. Yemekten sonra, çadırda radyoda Yunan müziği dinleyerek uyuyorum.

Katedilen mesafe: 153 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 8.1 saat

Maksimum hız: 71 km/s

Ortalama hız: 18.6 km/s

30 temmuz Cuma

Saat 06.00’da tekerlek döndü. Bolayır’da Türkpetrol’de tuvalet molası verdik. Utanmadan bir de çay istedim, çay içen Halil beyden. Çayla birlikte sohbet de başladı. Klasikleşmiş nerden geldiğimiz, nereye gittiğimiz muhabbetinden sonra, Bolayır’dan açıldı konu. Namık Kemal’in, Gazi Süleyman Paşa’nın, Hasan Kerami Paşa’nın burada yattığını öğrendik. Her dönemde savaşlara sahne olmuş. Yola devam ediyoruz. 23 km. sonra Gelibolu’dayız. Saat sabahın 07.30’u. Limanda denizin karşısında, simit vesüt ve peynirden oluşan mükemmel kahvaltımızı yapıyoruz. Tekrar yoldayız zaman zaman kekik kokuları arasında kıyı boyu ilerliyoruz. Alp denizdeki bir tankerle yarışa tutuşunca hızımız 30-40 km.yi buluyor.

Kabatepe Çanakkale Şehitleri Müzesindeyiz. İnsanlar şehit olmuş ve yaralı halde silahı ve bayrağı sıkı şekilde dik tutmak için sarılmış asker heykellerinin önünde, heykelleri kapatarak resim çekiyorlardı. Birkaçı heykelin üzerine çıkıp askerlerin üzerine basınca uyarmak gereğini duydum. Alp uzaktaki, yolu sıkı yokuş siperleri görmek istiyor ve ben diğerlerinden af dileyip daha önceden görmüş olmamın da etkisiyle Alçıtepe’de buluşmayı teklif ediyorum. 92. Km.de Alçıtepe’deyim. Çanakkale Savaş Eserleri Müzesini ziyaret ettikten sonra manavdan yarım kilo üzüm alıp, Çınar Büfede oturup, tüm gezinin ilk birasını içtim. Cevdet bey, İstanbul’da 40 yıl ayakkabı işinde çalışmış ve dönmüş memleketine.

Birkaç saat bekledikten sonra, arkadaşlar da geliyor ve Cevdet beyden aldığımız bilgiler ile, Seddülbahir köyüne gittik. Seddülbahir Pansiyonun yanında kamp kurabileceğimizi öğrenince gerçekten sevindim. İlk defa bu kadar erken saatte kamp kurmuş olacaktık ve deniz için de zaman bulacaktık. Kampı kurup, köyden aldığımız yumurta, ayran, kola, peynir, ekmekten oluşan yemeğimizi yedik. Denize kendimi atınca, şöyle bir düşündüm. Gezinin son durağıydı ve ben bu işi sevmiştim. Bu geziden önce arkamda 16.5 kg yükle bu kadar yolu her gün yapabileceğimden çok emin değildim, ama yapmıştım. Bu gezi sadece bir spor olayı değildi, müthiş bir eğlence ve farklı kültürlerden insanlarla tanışmak için de olağanüstü bir araçtı. İnsanlar bizi merak etmişler, konuşmak ve tanışmak için yanımıza gelmişlerdi. Bisikletle gezen yabancılarla da tanışmış ve sanki kırk yıllık arkadaşlarıymışız gibi karşılanmıştık. Otomobille seyahat edenler gibi, bir cam fanus arkasından değil, doğa ile içiçe, otların, ağaçların kokularını ayırt ederek, rüzgarın sesini dinleyerek, yerdeki  her çakıl taşının varlığını hissederek yolculuk etmiştik. Kendime daha çok güvendim ve gelecekte yaşadığım dünyayı yine bisikletle gezebileceğimi hissettim.

Pansiyonda çay ve sohbetle akşamı edince, yine erkenden yattık. Radyoda Yunan şarkıları beni uzaklara çağırıyordu. Gece iyi uyudum.

Katedilen mesafe: 102 km

Bisiklet üzerinde geçen süre: 5 saat

Maksimum hız: 67 km/s

Ortalama hız: 20.5 km/s

31 temmuz cumartesi

Alp ve Gökhan’ın çadırlarının köşelerine, köpeğin işemesi sabahın ilk sürprizi oldu. İkincisi ise çadırları toplarken pansiyon sahibi Belgin hanımın, kahve içmeye çağırmasıydı. İstanbul’da çalıştıktan sonra emekli olmuş. Pansiyonu 5 yıllığına kiralamış. Oğlu paralı üniversiteye devam ediyormuş ve eşi de emekli olmasına rağmen ekonomik nedenlerle İstanbul’da bir süre daha çalışacakmış. Kahve yanında ikram ettiği çikolatalı bisküviler gerçekten sadece lezzetli değil, aynı zamanda Belgin hanımın da  nezaketinin simgesiydiler adeta.

Yola koyulduk. Abide etkileyici, çevre çöp doluydu. Tarihimizin dönüm noktalarından birinin yaşandığı yer gerçekten güzel planlanmış ve inşa edilmişti. İngiliz ve Fransız Mezarlarının düzen ve temizliğini görünce daha da kızdım insanımıza.  Alçıtepe köyünde Cevdet Beyin dükkanının önünde kahvaltımızı yaptık. Yumurta, peynir, sıcak ekmeğin yanısıra, sızma zeytinyağı ile dolu sahandaki zeytinler inanılmaz derecede lezzetliydi. Yolumuzu Sargı Yeri Şehitliğine çevirdik. Ortalık ziyaretçilerle doluydu. Resimler çekildikten sonra, Kilitbahir’de …. Çavuş heykelini de gördükten sonra Eceabat’a ulaştık.

]]>
https://www.muglabisiklet.org/eregli-canakkale-bisiklet-turu/feed/ 0